Ey insanlar!.. Gün doğunca ölüyorum ben, haberiniz olsun.. Gün doğunca, sarılıp uyuduğum o hüzünden uyanınca, ölüyorum.. Geldi, gitti, koştu, düştü görüp de hayattadır demeyin.. Göz göze geldiğimiz anlarda bile kullandığım fer, bir sâlihten emanettir…

Nefesimi efkârlı bir şiire boyadım. Cila hükmündeki bakışlarımla, “gözlerimin her bir mekâna dokunuşunda”, hüznü parlatıyorum..

Yağmur ıslağı bir bankta oturmamdan değil üşümem.. Ayaklarımdaki tek çoraptan, boğazlı bir kazak giyemeyişimden, bulutların arasından ara sıra bir ışık fısıltısı olarak şehri oyalayan güneşten uzak bir köşecikte oluşumdan değil...

Topukları kıbleye dönük şu kalabalığın mâsivâdaki hengâmı titretiyor içimi..

Kalplerinin suyu çekilmiş insanların arasından yükselen şu minare, başım göğe yöneldikçe aydınlığım oluyor.

Sevebildiğim kadar görüyorum her şeyi..

Sevebildiğim kadar eriyorum sırrına, börtü böcek-karınca ve buğulu aynaların..

Sevebildiğim kadar insan ve insanlığım kadar sevgi dolu buluyorum kendimi..

Bir saksıya gömseler elimdeki tespihi, cebimdeki takkeyi ve ağlasam her seher eğilip de üstüne.. Ve ağlasam, ağlasam..

Dili dönermiş de meğer, kalbi dönmezse dönmezmiş insanın..

Ey insanlar!.. Gün doğunca ölüyorum ben, haberiniz olsun.. Gün doğunca, sarılıp uyuduğum o hüzünden uyanınca, ölüyorum..

Geldi, gitti, koştu, düştü görüp de hayattadır demeyin.. Göz göze geldiğimiz anlarda bile kullandığım fer, bir sâlihten emanettir…

Sırası gelenin parası bitmiş çıktığı şu devirde, sıvası dökülmüş gönül köşkümün kırık camlarında, son ânımda bir sevda yekûnü tutsun diye aşkımı bileyliyorum.

Eli cepte yürümek, meşrûdur bu rüzgarda.. Dili cepte, gözü-kulağı da cepte olabilsek diyorum..

Hayır!.. Coğrafya öğretmenim bana dünyayı böyle anlatmamıştı!...

Yeşil, kahverengi ve maviyle kavgam yok benim.

Ama bana, dağı bilmekten başka, “dost” eliyle gönle kurulan otağı da bilmek gerekmiş..

Suyu bilmekten başka, güzel ahlâktan giyinmiş huyu ve öylesi bir şahsiyetle kalpten dile pürüzsüz yol alacak hû’yu da bilmek gerekmiş..

Hâlık-ı Zülcelâl tarafından yeryüzünün muhtelif yerlerine serilmiş bitki ve ağaç yeşilinden gayrı, “İslâm üzereymiş!” şehadetine malzeme olacak, tevhid nakışlı, tabiatımın son örtüsünü de bilmek gerekmiş…

Cesedimi içine doldurduğum kıyafetlerimin, üzerime yakışmayanını giymedim. Koklamadım, gözümün tutmadığı bir çiçeği. Tadına bakmadım bal varken bir reçelin..

Muhabbet işçiliğinde, ustasından dayağı her an hak eden bir çırak dâhi olamadım.

Annesiz kalan yavru kediler kadar zavallı, yavrularıyla beraber dağıtılmış yuvası olan bir kuş kadar mazlum olmadım hiç.

Nedametin bir sel gibi yurdumu basmışlığının hissiyle, şimdi yağmur ıslağı bir bankta, Yaradan’a sipariş edilmiş, Leylâ gündemi düşürülmüş bir Mecnun “Âh”ını nasip olarak bekliyorum..

Ne istesem verdi Allah; istemeden verdiklerinden hâriç.. Bir de şöyle düşünüyorum: Batmadıysa hâlen ayaklarım bir çamura ve hâlen eleğin üzerindeysem, kimin duasıyla, kimin âminiyle, kimin gönlünden geçirdiğiyle yaşıyorum bu bahtı?

Dünyaya gelmek ne kadar kolaymış. İnsanın his ve hesabından âciz kaldığı yüksek bir miktarda, kendisine anne denilen kutsî bir varlığa, belki de bedeli, ayaklarının altına cennet serilerek ödenmiş bir acı çektirerek bu “gölgeliğe” düşmek, ne kadar kolaymış…

İş ki bu gölgelikten, güneşe çıkmak; korkmadan, çekinmeden, refîkine bel bağlayarak..

Mızrak, dünyada huyuyla, ahirette boyuyla mı ürkütür insanı?..

Namaz vaktinin yaklaştığını, ne kadar hülyâlara dalsanız da, şadırvanda çoğalan üçüncü ayak, baston tıkırtılarından anlayabiliyorsunuz..

Yağmur ıslağı bir bankta, ara ara serpmiş rahmetin taranmamış saçlarınızı belirli bir şekle sokmuş olduğunu hissedemeseniz bile bulunduğunuz ortamda sizi istisnâ kılan durum açığa çıkınca, dikkat ekseniniz oynayıveriyor.. Namaza duracak cemaat, amcalarınız, dedeleriniz..

İnsanlar, doğduklarında mecburen dinledikleri ezanı, bir de ölmeden mecburen (!) dinliyor ya; ne garip değil mi?

İşte şimdi başlayacak yine.. Sebzecinin telâşının, motor ve korna seslerinin, şadırvandaki suların şırıltısının, caddeden geçen okul servisindeki yüksek doz dıpdısın arasından kendisine arşa uzanacak bir yol bulmayı biiznillah yine başaracak ezan, başlayacak yine..

Tâze bir abdest için şadırvana yürüdüğüm mesafe, on, belki de on beş adım.. Sanki Cennet’e yürüyorum; o da bu kadar yakın değil mi sâhi?

Ve dışarıda söylemeye başladığım tevhidi içerideki ilk adımda tamamlıyorum: İllallah!...


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.