Diriliş Ve Hesap Günü Şuuru
Rabbânî terbiye içinde kendi şahsiyetini geliştirmek isteyen kimselerin âhiret inancı bakımından şüpheye yer vermeyen bir îmân kalitesine yani yakînî bir bilgi kıvamına erişmesi zaruridir.
İlâhî terbiyenin en etkili şuur dinamiklerinden biri de hiç şüphesiz âhiret şuurudur. İnsanlık tarihi boyunca ölüm ve ölüm ötesi gerçeği, bütün insanlığın değişmeyen temel gündemlerinden biri olmuştur. İnananı ve inanmayanı ile hemen herkes, ölüm ve ötesi hakkında zaruri bir inanç ya da düşünceye sahip olmuştur. Kimileri aşığın maşukuna vuslatı gibi bir duygu derinliği içinde ölümle bir ülfet oluştururken, kimileri de beyninin kıvrımlarında sanki zehirli bir yılan çöreklenmişçesine, korku dolu bir ürpertiden kendini hiçbir zaman kurtaramamıştır. İşte Yüce Rabbimiz bu büyük gerçeği, insanın terbiyesinde önemli bir inanç umdesi olarak sürekli hatırlatmış ve ondan kaçışın imkânsız olduğunu bütün cihana ilan etmiştir:
“De ki: «Sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya, işte o sizi muhakkak bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O size (bütün) yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cum’a Sûresi, 8)
Ölüme iman ya da inkâr diye bir şey söz konusu değildir. Zira ölüm, kendinin inkârına imkân bırakmayacak kadar bir hakikattir. İman ya da inkâr, ölüm ötesi ile ilgili bir durumdur. Terbiyeye esas olan da budur.
Ölümden sonrasını yani yeni bir dirilişi, hesaba çekilmeyi, cezâ ya da mükâfatla karşılaşılacağını inkâr edivermek, ilk bakışta kolay bir çözüm gibi görünse bile, hakikatte öyle değildir. Zira vicdanların, ebedî bir yokluğu taşıyabilecek güce sahip olması mümkün değildir. Bu sebepledir ki, ölümden sonra yeni bir dirilişi kabullenmeyenlerin, ölüm kelimesinden bile sancılandıkları, ürperdikleri ve hatta duymak istemedikleri bilinen bir gerçektir. Böylelerinin şahsiyetlerini terbiye adına ölüm ve ölüm ötesinden alacakları müspet bir enerji söz konusu olamaz.
İnanan insan bakımından ise yeniden diriliş ve ebedî hayat inancı, kişiliğin ve hayatın inşası adına çok şey ifade eder.
Bu inanç, her şeyden önce, inanan insana ebediyyen yok olmama emniyeti bahşeden sonsuz bir sükûnet limanı vazifesi görür. Geleceğin zifiri karanlığı âdetâ aydınlanmış gibidir. Vicdanlar, cevapsız soruların ıstırabından kurtulmuştur.
Şu âlemde her bir insanın sahip olduğu imkânlar ya da imkânsızlıklar eşit değildir. İnsanın zihin ve duygu dünyası, bu farklılıklar karşısında “neden bu böyle” şeklindeki soruya doyurucu bir cevap bulmak için çırpınsa da, âhiret inancından başka bir çıkış yolu bulamayacaktır. Bu anlamda âhiret şuuru, iç huzurunu temin eden en önemli vesilelerden biridir.
Sınırsız arzuları içinde barındıran ve çoğu zaman hâkim olamadığı negatif yönelişlerini disipline etmekte zorlanan insana, en büyük yardımcı, yeniden dirilişe ve ilâhî divanda hesap vermeye olan îmandır.
Kur’ân-ı Kerim, insanı faydalı davranışlara yönlendirmek ya da zararlı faaliyetlerden alıkoymak için çoğu zaman “Şayet Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız” ifâdesine yer verir. Meselâ Mâûn Sûresi’nde hesap gününe inanmayanların şahsiyet zaaflarına şöyle dikkat çeker:
“Gördün mü, o hesab gününü inkâr edeni!...
İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.” (Mâûn Sûresi, 1-3)
Tüm varlığın yegâne terbiye edicisi olan Yüce Mevlâ, yarattığı varlığın zayıf ve güçlü yönlerini en iyi bilendir.
Bu yönüyle meseleye yaklaştığımızda, insanların birçoğunun korku ve ümide dayalı olarak hareket ettiklerini görürüz. İşte âhiret hayatında mükâfat yeri olarak cennetin ve ceza mahalli olarak cehennemin Kur’an’da sıkça zikredilmesi, insanların iradelerini terbiyede ve yönlendirmede büyük bir tesir icra etmektedir.
Kıyametin dehşetli sahnelerinin ve cennetin imrendirici manzara ve nimetlerinin uzun uzun anlatılması da, kulda âhiret şuurunu canlı tutmak içindir.
Dünyada iken gizli ya da açık yapılan her şeyin, kıyamet gününde apaçık açığa çıkacağının vurgulanması, gönüllere büyük bir sorumluluk şuuru vermek ve bu sayede iç denetim oluşturmak maksatlıdır. Meselâ şu âyetin verdiği sorumluluk duygusu, başka ne ile sağlanabilir:
“Ve (o gün, herkesin dünyada yapıp ettiklerine dair) sicil(ler) önlerine konduğunda, suçluların orada (yazılı) olanlardan irkildiklerini görürsün; “Vah bize! Nasıl bir sicilmiş bu! Küçük, büyük hiçbir şey bırakmamış, her şeyi hesaba geçirmiş!” derler. Ve yapıp ettikleri her şeyi (kaydedilmiş olarak) önlerinde bulurlar; ve Rabbinin kimseye haksızlık yapmadığını (anlarlar).” (Kehf Sûresi, 49)
Medeniyet tarihimizde, en güzel insan terbiyecilerinden olan ârifl er ve mürşidler, ölüm ve ölüm ötesi düşüncesinin, kişiliğin arındırılmasındaki tesirini çok iyi bildiklerinden “Tefekkür-i mevt” (Ölümü ve ötesini düşünmek) adını verdikleri bir eğitim metodu uygulayagelmişlerdir. Bu metot sayesinde ölmeden önce şuur uyanıklığını temin etmeye çalışmışlardır. Nitekim Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem-: “İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar” buyurmuştur. Bir başka hadis-i şerifl erinde ise “İnsana nasihatçi olarak ölüm yeter” beyanında bulunmuşlardır.
Sonunu düşünerek işe başlamak, duyarlılığı ve mesuliyet bilincini artırır. İnsanı çoğu zaman lüzumsuz meşgalelerden alıkoyan düşünce, ölüm ötesinde hayatın devam edeceğine olan inancı ve bu ebedî hayatın kalitesinin de şu dünya âlemindeki düşünce, duygu ve davranışların değer ölçüsüne bağlı olduğu şuurudur.
Öyleyse Rabbânî terbiye içinde kendi şahsiyetini geliştirmek isteyen kimselerin âhiret inancı bakımından şüpheye yer vermeyen bir îmân kalitesine yani yakînî bir bilgi kıvamına erişmesi zaruridir.
Adem Ergül 'ın Yazısı.