Sözünü Nasıl Tutacaksın?
Hepimiz bir sadâkat imtihanındayız. Hepimiz bir söz verdik, bir anlaşmaya imza attık. Ne var ki sözümüzün kendimiz kadar özel bir sadakat çerçevesi var. Herkes sözünü nasıl tutacağını, anlaşmasına nasıl sâdık kalacağını kendisi belirleyecek. Herkes sözünü nasıl tutacağına kendisi karar verecek. Hayat da ona göre tecelli edecek. Sözüne sâdık kalan, Allah’ı da sâdık bulacak. Sözüne ihanet eden, kendine ihanet etmiş olacak.
Bir bedevi gelip seferdeyken Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etti. Sonra dedi ki: “Ben seninle hicret etmek istiyorum…” Efendimiz kabul etti ve onu bir sahabisine emanet etti. Seferin ganimetleri paylaşılırken o bedeviye de bir pay ayırdılar. Bedevi “bu nedir” diye sordu. “Allah Rasulü’nün senin için ayırdığı hissedir” dediler. Bunun üzerine bedevi kalkıp Peygamberimizin yanına geldi ve şöyle dedi:
- Ben sana bunun için tâbî olmadım. Ben sana, atılan bir ok gelsin, tam boğazımı bulsun ve bununla ölüp cennete gireyim diye tâbî oldum.
Peygamber Efendimiz bedeviye baktı ve şöyle cevap verdi:
- Eğer sözünde sâdıksan, Allah da sözünde sâdıktır.
Bedevi sahabe ile beraber savaşmak üzere ayrıldı. Akşam bedevinin naaşını buldular. Tıpkı tarif ettiği gibi, bir ok boğazından, hem de gösterdiği yerden girmişti. Efendimize haber verdiler.
- Bu o bedevidir değil mi, diye sordu.
-Evet, odur, dediler.
- O sözünde sadâkat gösterdi, Allah da ona sadâkat gösterdi, buyurdular.
Sonra cübbesini kefeni yaptılar, namazını kıldırdılar, el açıp uzun uzun dua ettiler. Duası sırasında bir ara şöyle dedikleri duyuldu:
- Allah’ım! Bu senin kulundur. Senin yolunda hicret etti, savaştı ve şehit olarak öldürüldü. Ben şâhidim!
O mesut bedevi Allah’a bir söz verdi. Sonra sözünü nasıl yerine getireceğini hesap etti. Bunun için sadakatini bir mahiyete büründürmeliydi. Bir diğer ifade ile ne yapması gerektiğinin adını koymalı, bir yol haritası çizmeliydi. O bunu net ve kısa bir sözleşmeye imza atarak yaptı. Açıktı ki bu sözleşme önce kendi nefsiyleydi. İmanın ve Allah Rasulü’ne tâbî olmanın ne anlama geldiğini önce kendisine kabul ettirmeliydi. Bu kabul ediş ona yürüyebileceği bir yol açacaktı. O yola kararlılıkla girdiğini şuradan biliyoruz ki söz verir vermez hicret etmek istedi. Hicret Allah ve Rasulü’neydi. Ama bunun test edileceği, sadakatin sınanacağı bir zaman muhakkak gelecekti.
Çok zaman geçmedi, bedevi sadakati ile imtihan edileceği ana erişti. Ganimetler pay ediliyordu ve ona da bir pay ayırdılar. Payına düşen ganimete baktı ve bir soru sordu: İmanı, hicreti ve verdiği söz bunun için miydi? Sözünün bunun için olmadığına kâniydi, bu yüzden gidip anlaşmasını tazelemek istedi. Geldi, Allah Rasulü’nün huzuruna ve sadakatini perçinledi. Dahası bunun çerçevesini olabilecek en keskin çizgilerle çizdi: “Ben, dedi, Allah için şehit olmak istiyorum…” Şeklini de tarif etti. Bu tarifle tüm zamanlara bir sadakat yiğitliği armağan etti. Sözüne bağlılığının derecesini gösterirken aslında sözleştiğinin sözüne ne kadar kıymet verdiğini de anlamak istiyordu. Kulu bir söz verir de, söz verenlerin en hayırlısı Rab geri durur muydu? Nitekim bu yiğitliğe gösterilen mukabele onun kadar net oldu: “Sen sözünde sâdıksan Allah da sâdıktır.” Sonrasını biliyoruz. Bedevi sadakat göstermiş, sadakat gösterenlerin en sadakatlisi olan Allah bu sadakatin karşılığını hemen vermiştir. Şehitlik bir sadakat armağanıdır. En Güzel İnsan’ın şahadetiyle perçinlenmiş bu şehadet, herkese numune olacak bir hüsn ü hatime ile taçlanmıştır.
Hepimiz o bedevi gibi bir sadakat imtihanındayız, çünkü hepimiz bir söz verdik. Bilemediğimiz bir zamanda, bir yerde, hep beraber, bizi yaratan Rabbimizle bir anlaşma imzaladık. O bizi istemiş ve biz var olmuştuk. O bir sahnede geçip karşımıza bir soru sordu. Dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Dedik ki: “Evet, Sen bizim Rabbimizsin.” O sahne içimizde bir yerlere kayıtlıdır. O sahnede hissettiğimiz huşu, tazim, heybet ve azamet şu dünya hayatında arada sırada bizi yoklar, durur. Arada gözlerimiz dalıp gidiyorsa, bu hal, o sahnedendir. Arada içimiz derin bir boşluğa düşüyorsa, bu hal, o sahnedendir. Arada her şey silinip, hiçbirşeyin anlamı kalmıyor ve bizler mazi, hal ve âtînin yekpâre olduğu bir hatta kendimizi kaybediyor ya da buluyorsak, bu hal, o sahnedendir.
O sahne bizim şerefimiz, şanımız, her şeyimizdir. Biz orada anlam kazandık. Biz “ben” olduğumuzu orada hissettik. Çünkü muhatap alındığımızı gördük. Hissettik ki vardık. Elimiz, gözümüz, ayağımız, kalbimiz, aklımızla oradaydık, var olunmuştuk. Biz vardık, bir de O (c.c.)… Hiçbir yaratılmış bundan daha büyük bir şerefle taltif edilmemişti. Bizi karşısına koyup muhatap eden, bize soru sorup cevap bekleyen O (c.c.)’ydu. Ne muazzam, ne harika bir histi bu… Ama ağırdı da… Değil mi ki sorumlu kılınmıştık, bizden bir beklenen vardı. Bir sözleşmeye imza atmıştık. Taraftık. Yükümlülük altına girmiştik. Dahası acıydı da… İşte biz vardık, ama O’ndan ayrıydık. Hep eksiklik içinde kalacaktık. Mutlak güzellik oradaydı, biz ise içimizde ondan bir esinti ile gayrıydık. Mutlak iyilik oradaydı, biz ise, içimizde bir kırıntıyla ondan farklıydık. Hepsi o sahnede oldu. Hepsi o zamanda oldu. Anlam da, sorumluluk da, acı da aynı sahnede yaşandı.
Sadakat bizim ilk çalışmamız gereken dersimizdir. İlk dersi geçemeyen hiçbir dersi geçemez. Bu öyle bir imtihandır ki bütün sorular önce bu ilk dersten çıkar. Bu ilk ders bilinmeden hiçbir şey bilinemez. Sözümüz ve sözümüzü nasıl tutacağımıza dair o bahis her sınavda çıkacak temel sorudur.
Sadakat evvela bu sahneyi ve anlamını tekrar, tekrar yaşamaktadır. Sadakat, o muazzam ve muhteşem sahnede hissettiğimiz tazimdedir. O tazimi ne kadar koruyabiliyoruz? Sadakat o sahnenin haşmetini hep hissetmektedir. O haşmetle ne kadar ürperiyoruz? Sadakat, duyduğumuz her güzel tınıda, kulağımıza ilk defa çarpmış ve bizi mest etmiş “Elestü bi Rabbikum-Rabbiniz değil miyim” hitabını aramaktadır. Bunu ne kadar biliyoruz? Sadakat, gözümüzü dikip ne gördüğümüzü, nasıl gördüğümüzü bilemediğimiz o muazzam görüntünün yüzümüzdeki, gözümüzdeki, zihnimizdeki ve gönlümüzdeki izlerini hiç kaybetmemektedir. O izleri ne kadar izliyoruz?
Üzerimizde o sahneden bir nazar var. Biz bu dünyaya o nazarla geldik. Seğirttiğimiz her işte, yöneldiğimiz her yönde o nazarın bir etkisi olmalı. Sadakat, o nazara sadakattir.
Kulağımızda o sahneden bir ses var. Biz bu dünyaya o sesle geldik. İşittiğimiz her güzel sözde, her ebediyet tınılı çağrıda o sesin bir etkisi olmalı. Sadakat, o sese sadakattir.
Ruhumuza o sahneden nakşedilmiş bir ahit var. Biz bu dünyaya o ahitle geldik. Yaptığımız her işte, yöneldiğimiz her oluşta o ahdin bir izi olmalı. Sadakat, o ahde sadakattir.
Hepimiz o bedevi gibi bir sadakat imtihanındayız. Sadakat bizim ilk çalışmamız gereken dersimizdir. İlk dersi geçemeyen hiçbir dersi geçemez. Bu öyle bir imtihandır ki bütün sorular önce bu ilk dersten çıkar. Bu ilk ders bilinmeden hiçbir şey bilinemez. Sözümüz ve sözümüzü nasıl tutacağımıza dair o bahis her sınavda çıkacak temel sorudur. Her sorunun cevabı, bu ilk sorunun cevabında saklıdır. Sözüne sadık o bedevinin şehadetinde, sadakatin nasıl olması gerektiğine dair şifreler saklıdır.
Bedevi, kendine özel sadakatin çerçevesini çizmiş, sözünü nasıl tutması gerektiğini belirlemiş ve ona göre attığı adımların mukabelesini hemen görmüştür. Bize, herbirimize ait özel bir sadakat çerçevesi varsa –ki var- hepimiz tıpkı o bedevi gibi bir sadakat sözleşmesi yapmak durumundayız. Sorumluluğumuz, kendimize ait, bir başkasında bulunmayacak sözleşmelerimizin çerçevesini çizmektedir. Bu çerçeve dünyayı, ahireti, her şeyi içine alacak kadar geniş olmalıdır. Çünkü Allah’a verdiğimiz sözümüz, bizi, her şeyi içine alacak kadar geniş bir sorumluluk dairesi ile yüz yüze bırakmıştır. Ne yaparsak o bedevi gibi sözümüze sâdık kalacağımız ve en sâdık olan Allah’a karşı sözümüzü yerine getireceğimiz en temel vazifemiz ve derdimizdir.
Hepimiz o bedevi gibi bir söz verdik; hayat bu söze duyduğumuz sadakatin imtihanı olarak verildi. İmdi ey nefsim, sözüne sadakatini ispatlayacak nasıl bir yola girdin? Sözünü tutmak noktasında herhangi bir yüzleşme yaşadın mı? Eş, iş, kariyer gibi hayati kararları alırken kılı kırk yarıyordun, Allah’a verdiğin sözü yerine getirmek için nasıl bir plan yaptın? 60-70 senelik bir ömrü nasıl geçireceğini inceden inceye düşünen sen, ebedi hayatını belirleyecek sadakatine dair bir çerçeve çizebildin mi? İmanın, Allah’a ve Rasulü’ne tâbî olmanın ne anlama geldiğini, bunun tıpkı o bedevinin gördüğü gibi bir sadakat imtihanı olduğunu fark edebildin mi?
Yine ey nefsim, sözünün peşinden gidecek vesileler aradın, buldun mu? Sadakatinin test edileceği kritik anlarda nasıl davrandın, nasıl davranıyorsun? Dünya her önüne çıktığında, her köşe başından sana “heytelek-haydi gel” diye göz kırpıp sadakatini denediğinde ne tür bir tavır içinde oldun? Kendine bir sadakat çerçevesi çizip de dünyayı bunun içine sığdırabildin mi? Yoksa tersi mi oldu? Dünyanın çerçevesinin içine düştün de sadakatine orasının lutfettiği kadar bir yer mi bulmaya çalıştın?
Biliyorum işin kolay değil, sözüne bağlı kalmanın söz konusu olduğu yerde sözünü bozmak isteyenler cirit atıyor. Bir yerde sadakat söz konusu ise hainlik oraya sızmak için fırsat kollar. Tıpkı o bedevinin önüne gelen ganimet karşısında hissettiği gibi… Sadakatin olduğu yer hainlerin ihanet etmek istediği yerdir. Bir yerde sadakatin pırıltısı varsa hainliğin karartısı pusudadır. Sözünde durmak zor iştir, çünkü sözüne sadık kalanlara musallat olan düşmanlar vardır. Düşman hem içeridedir, hem dışarıdadır. Düşmandır ama onun düşmanlığı da bir sadakat imtihanıdır. Düşman da söz vermiştir. Onun sözü bizim sözümüzü bozmak içindir. Bizim sözümüze sadakatimiz, onların sözlerini havada bırakacaktır. Ama biz sözümüze ihanet edersek onların sözü yerini bulacaktır. Ama bu olmamalıdır, çünkü bütün sözleri alan, sözleşmeleri yapan, bizim sadakatimizin yanındadır.
Sadakat sözümüzü hep hatırda tutmaktadır. Hayat sadakat imtihanımızın bir tecellisidir. O bedevi gibi sadakatimizi ispatlayacak bir yol haritası belirleyebilirsek, sözümüzü nasıl tutacağımızın adını koyacağız demektir. O zaman sadakatimizin test edileceği süreç başlayacak. Biz sözümüzde sâdıksak, Allah da sözünde sâdıktır. Allah’la alışveriş yapıp da kim kaybetmiş, kim hüsrana uğramıştır?
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.