Ben İntihar Etmedim!
Yarın evleniyorum. Çok heyecanlıyım. Evli olanlarınız bu yoldan geçtiklerinden beni anlarlar ama bekârların içimde dönen bu deveranları anlamaları çok zor. Bizim buralarda sabah namazıyla hayat başlar yatsıyla biter. Bugün yine ezan sesiyle başladı günüm, her şey bugün çok özel benim için. Bekârlığa veda edeceğim yarın. Bu yüzden bugün yapacağım her şey bekârken yaptığım son şey olacak. Son kez bekâr kalkacağım sabah namazına, son kez bekâr olarak kahvaltı yapacağım, son kez bekâr olarak koyunlarıma çobanlık yapacağım.
Şimdi Mazıdağı’nın geniş bozkırlarında koyunlarımı otlatıyorum. Bugün bir tuhaf gün, içimde ilk defa yaşadığım duygular beni sersemleştirmiş durumda. Ben miyim çoban yoksa koyunlar mı belli değil.
Evet şimdi bir şeyler oluyor, birileri geldi yanıma bir şeyler soruyorlar. Bilmiyorum diyorum, vallahi bilmiyorum. Ben başka bir dilde mi söylüyorum, yoksa beni duymuyorlar mı? Ben bilmiyorum dedikçe darbeler sertleşiyor, bilmediğim görmediğim bir şeylerden bahsediyorlar. Adeta bana akıllarındakini söyletmek istercesine, her “bilmiyorum”dan sonra inen darbeler yüreğimi parçalıyor. Ve bir zaman sonra çenemin altından giren bir kurşunla sesim kesiliyor, ruhum bedenimden ayrılıyor…
Bir zaman sonra olanları dışarıdan izliyorum. Ruhumu bedenimden ayıran bu adamlar poşetlerinden çıkardıkları bir şeyleri bedenimin etrafına dağıttılar. Bir ambulans çağırdılar.
Koyunları her gün sağmaya götürdüğüm saatte götüremedim o gün. Koyunları sağmak için meraya gelen bacılarım beni bulamayınca babama haber vermiş olacaklar ki, şimdi karşıdan babam cansız bedenime doğru geliyor.
Kimdir nedir, diye merak etse de beni vuranlar bırakmadılar, beni görmesine izin vermediler. Anladı parçalanmış cansız bedenin yarın düğünü olacak oğluna ait olduğunu. O da başladı benim gibi çığlıklar atmaya, ağlamaya ama nafile beni dinlemedikleri gibi onu da dinleyen yok. Ağlama baba diyorum, ben buradayım, ölmedim…
O da beni duymuyor, sadece parçalanan yüzüme bakıyor, kendini yerlere vuruyor. Siz yaptınız diyor. Gerisi hikâye artık. Beni bu hale getirenler, formalite icabı parçalanan bedenime bir de otopsiyle izlerini bırakarak kayıtlara beni “intihar” olarak kaydettiler.
Neler mi oldu benden sonra? Annem varlık dünyasından koptu, aldığı nefesten bihaber yaşıyor. Nişanlım benden sonra kimseyle evlenmedi, kimseye yârim diyemedi. Bazen aralarına karışıyorum, ben buradayım bana bir şey olmadı diyorum ama nafile duymuyorlar beni…
Şimdi nerden mi çıktı bu hikâye? Aradan dokuz yıl geçti. Tam unutuldum dediğim bir sırada İstanbul’da Fatih Camisinin dibinde bir dost sohbetinde hatırlandım. Konuşanlar benim yüzümden yine üzüldüler ama ne yapayım, derdim kimseyi üzmek değildi.
Ben de biraz üzüldüm, biraz da kırıldım aslında. Düşünsenize günde 5 vakit karşısında secdeye durduğum Rabbimin yasakladığı bir durumu yapmadığım halde, kayıtlara yaptı diye geçirdiler. Allah’tan biz devletin “resmi” kayıtlarına göre yaşamıyoruz, öldüğümüz gibi…
Yoksa vay halimize….
Not: Yukarıda hikayesini okuduğunuz Recep Vural bir çobandı. 19.06.2003 tarihinde yaşanan bu üzücü olay sonrasında yaşamını yitirdi. Bu sene tanıştığım bir arkadaşın ağzından dinledim. Recep Vural teyzesinin oğluydu. Anlattığında kendime kızdım, meğer ne kadar da uzak kalmışım bu yaşanmış acılara…
Konuyla ilgili detaylı bilgiye http://goo.gl/OZd8k adresinden ulaşabilirsiniz.
Abdulaziz Karakuş'ın Yazısı.