Sevdiğimizden uzaklaşmak demek değildir, sevdiğimizin bizi kendinden uzaklaştırması demektir. Kendimiz gitsek dönüşümüzü  kurgular, vuslatı imar edebiliriz. Ama gönderilmektir sürgün. Çağırılmamaktır. Yüz çevrilmektir. Unutulmaktır. İstenmemektir. 

“Kır ki kanatlarımı, sende kalabileyim!”
Halit Yasir Özoğul

ok yazı yazdığım zaman çok konuşmuşum gibi rahatsız oluyorum. Yazının da insanı kendi mecrasına çeken, kendine ram eden bir büyüsü var. Kantarın topuzu kaçtığında ve kelimeler yerine cümle seçimi ön plana çıktığında o büyü bozuluyor. Oysa tek  tek kelimeler ile uğraşmalı insan. Kelimeleri sevmeli, bazen bir kelimenin hatırına uzun uzun cümleler kurmalı.

Bütün sorun kelimelerin aslına değil yüzeyine aşina olmamızdan kaynaklanıyor. Bazı kelimeleri tek kullanımlık mendiller gibi kullanıp attığımızı, anlamını bildiğimiz halde kendimizle anlamlandıramadığımızı düşünüyorum. Bu kelimelerden biri de  “sürgün” kelimesi. “Sensiz cennet bile sürgün sayılır” diye inleyen şarkıcıya eşlik ederken yahut şairin “sürgün ülkeden başkentler başkentine” mısralarını tekrarlarken sanki sadece alıştığımız bir kelimeyi kullanıyoruz.

Oysa nedir sürgün? Tarihi sürgünler ile dolu bir nesil olarak ne zamandan beridir sürgün kelimesine vâkıfız. İlahide, türküde terennüm ettiğimiz o büyülü kelime nerede ve ne şekilde duruyor.

Aslında “nedir sürgün” diye sorarak başımızı avuçlarımızın arasına alıp düşünmeye başlayınca geniş bir yelpazenin gönlümüzde açıldığını ve sürgün kelimesinin bir mühür gibi kalbimizin üzerine evvelden öylece basıldığını anlamaya başlıyoruz.  Düşünün ki medeniyetimiz bozuldu, kilometrelerce toprak kaybettik, birbirimize düştük, sünnetleri terk ettik, âlimlerimizi hapsettik… Her birimiz düşüncelerimizden sürgün edildi.

Belki düzelebilirdik, yeniden aslımıza dönebilirdik. Diyelim ki zaman  şöyle bir dokunmuştu, ya da tökezlemiştik yahut sendelemiştik. Her şey mümkündü… Sürgün defterini kapatabilir, sılaya yalın ayak sevinçle koşabilirdik. Sürgün yelpazemiz temizlenebilir, yaralar sarılır, gün gelip

“sürgün neydi” diyerek eskimiş bir kelimeyi yâd edebilirdik. Evet olabilirdi. Eğer ki sürgün kelimesi insanın kendisinin faili olduğu bir eylem olsaydı her şey olabilirdi. Lakin öyle değil işte! Sürgün kendi kendimize başlatıp bitirebileceğimiz bir eylem  değil. Sürgün başkasının bize biçtiği ceza… Ne hapis gibi süresi var ne idam gibi kesin bir sonu. Sürgün verilen cezaların en kötüsü belki de. Belirsiz, vakitsiz, hüzünlü…

Diğer cezalar bedene dokunurken sürgün ruhu bir güz yaprağı gibi ezer avuçlarında. Sevdiğimizden uzaklaşmak demek değildir, sevdiğimizin bizi kendinden uzaklaştırması demektir. Kendimiz gitsek dönüşümüzü kurgular, vuslatı imar  edebiliriz. Ama  önderilmektir sürgün. Çağırılmamaktır. Yüz çevrilmektir. Unutulmaktır. İstenmemektir.

Yan yanayken bile mümkündür bu yüzden. Kapısında beklerken, pencerelerinde gölgeler ararken, elini uzatıp dokunacakken bile size doğru bir adım atılmamasıdır. İbrahim’i ateşten, İsa’yı çarmıhtan, Musa’yı nehirden, Yusuf’u kuyudan çıkaran elin size doğru uzanmamasıdır.

***

Resulullah özürsüz Tebük seferine katılmayan üç kişi ile halkın görüşüp konuşmasını yasaklamıştı. Üçü de bir köşeye çekilerek elli gün süreyle yalnızlığa itildiler. Selam verilmedi, konuşulmadı kendileri ile. Dünya başlarına zindan oldu. Bu üç kişi  o kadar mahzun oldu ki Resullullah’ın yüzünde bir tebessüm görebilmek için canlarını verecek hâle geldiler. En nihayet elli gün tamamlanınca bu üç sahabenin mağfiret edildiğini bildirilen ayet indi.

İşte bizim durumumuz affı bekleyen, gül yüzden ve tatlı sözden sürgün edilmiş o sahabeler gibi… Tüm seferlere geç kalmış, savaş esnasında oyalanmışız. “Şol yel esip geçmiş gibi” yaşayıp öleceğiz. Ve ölüm sürgünün bittiğinin habercisi değil. O  kapıya dayandığımızda mesafenin bittiğini lakin sürgünün bitmediğini anlayacağız belki de. Cemalullah’ı ve Resulullah’ı bizden yüz. çevirmiş hâlde bulduğumuzda cennet bile sürgün sayılmayacak mı?

Bu nasıl bir imtihandır ki ölmekle bile bitmiyor? Başımızı kâh Leyla’ya kâh Mecnun’a vuruyoruz belki ama yetmiyor. Dağılmışlık  yeniden her seferinde beton bloklar doğuruyor. Gözyaşları ile Yusuf’u yıkarken gözlerimizdeki bakış her daim hain on kardeşin  bakışı. Arsız bedeviler iken öz vatandan bahsediyoruz. Balçığın içinden güle rücu etmeyi bekliyoruz. Oysa “ezel şarabının mesti  hayranı” olanlardan değiliz. Kaysın aşkını ararken Şirin’i soranlardan değiliz. Biz daha kendi sürgünümüzden haberdar değiliz! “Celle  elali hu, ille Cemali hu” diye yanmadıkça sürgünden sürgüne, gurbetten gurbete dolaşıp zamanın parçacıklarını toplamaya mahkûm olacağız.

Kimimiz “cennet sıkıcı bir yer olmalı” diye espri yaparken Cemalullahsız ve Resulullahsız bir cennet tasavvur ettiğinin farkında bile değil. Cennet ya sürgünün devamı ise diye endişelenen insanlar cennette sıkılacağını düşünebilir sadece. Sevdiğimizin bir nazarı ile şereflenmedikçe yansak ne yanmasak ne? O ki bazen yakar temizler bazen yıkar temizler. Demire ateş dokununca yabancı maddeler akıp gitmez mi? Bu nasıl imtihandır ki ne yanmaktan haberimiz var ne yunmaktan? Cenneti sadece “yanmamak” sandığımız için sıkıcı olarak algılayabiliyoruz. İşte biz sürgünün “yanmayarak” bitivereceğini sanıyoruz.

Sürgün tamamlanamamak demek, yarım kalmak demektir oysa. Kim kendinden bir parçanın koparılıp uzaklara fırlatılmasını ister ki? Kim bir kapıdan sürekli dönmek ister, kim bir zirveden sürekli düşmek ister, kim menzil diye koşarak gurbete varmak ister? Sürgün böyledir işte. Ne doya doya ağlamaktır, ne de gülebilmek. Ne vatanına kavuşabilmektir ne de gurbette avunabilmek. Bir “gel” çağrısını bekleyerek yaşamaktır. Cennette bile…

* Allah Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini şöyle bildirir: “Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün  enişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah ‘tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır”. (et-Tevbe, 9/118).


Ayşegül Genç'ın Yazısı.