İbretler Teşhirhanesinde Yanma Vaktidir
Ömer Öztürk
Eskiden beri kullanılagelen, kimisinin bildiği, kimisinin bilmediği, kimisinin de bilmezden geldiği (1) bir deyim vardır ki, dünyayı ciddi manada tanımlayan, dünya denince akla gelen birkaç teşbihten, yâni benzetmeden biridir ve bu benzetmede, zaten pek isabetli “teşbihte hata olmaz” atalar sözü uyarınca hiçbir hatalı yön bulunmamaktadır. Eskiden beri, bilinmekte ve bellenmekte, ve dahi ezberlenmektedir ki, “Dünya bir ibretler meşheridir.” Dünya sayısız ibretli hadisenin teşhir edildiği esrarengiz ve hayretengiz bir mekândır (evet bir mekâne, oldu-bittidir bir yerde); uçsuz-bucaksız bir sergi yeridir; ve fakat bazen Yaradanın da dilemesiyle, dünya pek küçük bir yerdir, giderek de küçülmektedir.
Bu büyük sandığımız, küçük âlemde nereye gitsek, bize eşlik eden yegâne dost yalnızlığımızdır. Yaşadığımız, ve en nihayetinde, bir eğik mezar şahidesinde bilmem kaç-bilmem kaç diye tesbit edilecek, resmiyete dökülecek ömür süremizde, hayatımıza buyur edeceğimiz insanlar çok evvelden belirlenmişlerdir ve yeri, zamanı geldikçe görevlerini yerine getirip hayatımızda kalacak veya belki bir müddet sonra da uçup gideceklerdir. Çok evvelden yazılmış hayat maceramızda herşeye üzülüp, dertlenip tevekküle direnmek pek akıl kârı değildir ama pek tabiîdir ki, bu yolda engellere takılmadan, düşmeden, ağlamadan, kederden, ıstıraptan nasiplenmeden yürümek pek o kadar da kolay değildir.
Bilhassa ilim insanlarının, yazarların, sanatkârların, mütefekkirlerin başlıca görevi Allah’ı vekil bilip tevekkül eylemek, büyük hakikata, ayrıca ölüm hakikatına boyun eğmek, ve herşeyden evvel kendini bilmek, kendisi hakkında bilinçlenmektir. Böyle olmalıdır. Hem olmasa, Milattan da Evvel, henüz insanın çiğ et yediği, insan aklının almadığı kadar uzak devirlerde, tapınak duvarlarına insan kendini tanı diye yazarlar mıydı hiç? Koca Yunus’un da pek güzel isabet buyurmuş olduğu üzere, insan evvela kendini bilmeli değil miydi? Aksi takdirde, okumak manasını tümden kaybetmez, insan bir avareye, bir mecnuna dönüşmez miydi?
Biliyorum, bazılarınız başımıza ne geliyorsa, aşktan geliyor, demektesiniz. Şu ibretler meşherinde, kaç deftere, bugün belki sararmış, belki artık yok, kaç deftere ahh min el aşk (2) yazıldı, bu söz kaç duvarı Yahudinin ağlama duvarı gibi çürüttü, bir bilenimiz, bir merak edenimiz var mıdır acaba? Gönül yar diye ortalara düşer, aşktan ah u vah eder, bazen Leyla ve Mecnun misali yardan yaradana bir yol gider; leyl yani gece basar, dört duvar zikirlerle inler; dünya küçülür; ibretler gökteki yıldızlar gibi açık-seçik aydınlatır kasvetli ufku; elveda zindan karanlığı, merhaba saadet bahşeden yemyeşil semâ. Hoş geldin ya şehr-i Ramazan; biliyoruz gönül gözlerimizi açmaya geldin ‘nerdeeee! o eski Ramazanlar (3)’ yok, burada yeni ramazanlar var..
Yeryüzünün kararan ufku bir Ramazan-ı Şerif ile daha aydınlanmaya hazırlanıyor. Artık alışageldiğimiz bomba, füze bilmem ne ışıklarıyla daha da kararmasın bu kez ufkumuz; ismiyle müsemmâ, yanarak, ve sonra ram olarak, Şevvale yani bayrama bir âsi değil bir ramî (boyun eğen) olarak çıkarak, şu dik mi dik, sarp mı sarp kendimizi tanıma yolunda bir arpa boyu daha yol alarak erelim muradımıza; çıkalım kerevetimize ve dileyelim Mevlam neylerse güzel eyler; diyelim ‘yeter ki sonu iyi bitsin (4)’…
Notlar:
(1) Hayatın ibretli cihetlerini bir ayna gibi aksettiren, berceste (seçkin) mısralar hazinesi Divan Edebiyatı’mızda, tecahül-ü ârif (bilmezden gelme) kavramı, pek meşhur bir söz sanatı olarak yerini asırlarca muhafaza etmiş, ve, Bugünkü hayatımızda mecrasından saptırılarak, hatalı mı hatalı bir iletişim şekline dönüştürülmüştür.
(2) Eskiden, Elif-bâ diye tâbir olunan alfabemizde ‘h’ harfi bir göze benzemekte (ki 8 rakamına da benzer), bu sayede de, hat sanatkârları ahh minelaşkk’ın ahh’ının ‘h’sını belirginleştirerek yaş döken bir gözü pek nefis resmetmekte idiler.
(3) Basın âlemimizde, belki yüz yıldan fazla zamandır, çokça da, sütun doldurma kaygısıyla gevelenen, ne var ki, keçi boynuzu kadar bile tat vermeyen, ‘eski Ramazanlar başkaydı’ sızlanmasının, herkes ve herşey eskirken, bir türlü eskimemesi, “ahh min el garaib” yâni “nedir bu tuhaflıklardan çektiğimiz” deyimiyle izah edilmez de ne ile izah edilir, söyler misiniz?
(4) İngiliz şair ve temsil yazarı Shakespeare Leyla ve Mecnunları bir güzel taklit etmiş, daha da yetinmeyip ‘Mevlam neylerse güzel eyler’ güzellemesine atfen ‘Yeter ki Sonu İyi Bitsin’ isimli bir oyun yazmıştır.
GENÇ'ın Yazısı.