Az şey midir, Müslümanların hacdan mahrum edildiği o sıkıntılı yıllarda o mübarek topraklara yüz sürebilmek? Hem de yirmili yaşlarda, genç bir kız iken! Malumdur, ülkemizde genelde hacc, ahir ömre bırakılır. O ise genç yaşta da hacca gidilebileceğini göstermiş,  bu konuda güzel bir örnek olmuştur.

Öncelikle onun “Hacı” sıfatını hakiki manasıyla hak ettiğini ifade etmeliyim. Az şey midir, Müslümanların hacdan mahrum edildiği o sıkıntılı yıllarda o mübarek topraklara yüz sürebilmek? Hem de yirmili yaşlarda, genç bir kız iken! Malumdur, ülkemizde genelde hacc, ahir ömre bırakılır. O ise genç yaşta da hacca gidilebileceğini göstermiş, bu konuda güzel bir örnek olmuştur.

Eğilli Hacı Mansur Bey’in en küçük kızı, Nihal hanım… Babasının göz bebeği, bu sebeple adı Hatun yani Hanımefendi… Peygamber Efendimiz(s.a)’in Hz. Fatıma(r.a) validemize duyduğu sevgi gibi bir sevgi babasının Hatun’a olan sevgisi. Bu sebeple Hatun el üstünde tutulur hep, Mansur Bey gözünden bile esirger onu. Hz. Zekeriya’nın(a.s) Hz. Meryem’i(a.s) yetiştirdiği gibi, ibadet ve taat üzere yetiştirir. Aynı zamanda o, çok zeki çok çalışkandır. Hz. Şuayb’ın(a.s) Hz. Musa’yla(a.s) evlendirdiği basiretli kızı gibi, küçük yaşına rağmen sözüne itibar edilir. Bu sebeple o, sevgiyi fazlasıyla hak etmektedir.

Hatun’un annesi, 1915 tehcirinden geride kalan bir kızcağızdır. Müslüman bir ailede, samimi bir mümin olarak yetiştirilir. Hacı Hatun: “Annem melek gibi bir kadındı” diye anlatır onu. Çoğu zaman: “Dünyada onun gibi iyiliksever bir insan daha var mıdır” diyerek yâd eder.

Hacı Mansur Bey, Diyarbekir eşrafından, fakir fukara babası, maiyetindeki dul ve yetimleri koruyup gözeten, hak sahibine hakkını teslim etmekte hassas, hakiki bir beydir. O yıllarda, etrafında mahrem duvarları olan, yani henüz balkonla mahremiyetin dışarı taşırılmadığı, çok odalı, geniş avlulu evlerde oturulur. Baba, çocuklar ve torunlar, yani üç kuşak bu evlerde beraber yaşarlar. Çocuklar o avlularda doyasıya oynarlar, genç kızlar, kadınlar avlunun içinde neşe dolu günler geçirirler. Yemekler kazanlarda pişirilir. Misafirler için ayrı bir bölüm vardır ki, Hacı Mansur Bey’in misafiri hiç eksik olmaz. Bu sebeple evde sürekli hizmete ihtiyaç vardır. Elbette kendilerine has odaları olan yardımcılar vardır. Onlar, ev halkından sayılırlar, ev sahiplerinin yediklerinden yerler, giydiklerinden giyinirler. Bu sebeple, Mansur Bey’in evinde yardımcı olmak, bir iftihar vesilesi sayılır.

O ev hayatındaki neşeli günleri, gelen giden misafirlere yapılan izzet ve ikramı Hacı Hatun’dan dinlemelisiniz aslında. Bir de yazın köye kışlık zahire için yapılan yolculukları… Hacı Hatun, hep hasretle anlatır o yolculukları, o yılları. Hatun’un çocukluğu ve genç kızlığında ayrı bir yeri vardır bu yolculukların çünkü. O yıllarda at, katır, eşek sırtında gidilir köylere. Bu, ilahilerin, türkülerin, nüktelerin, atışmaların karıştığı şen şatır bir yolculuktur. Hacı Mansur Bey’in köye gidişi bir bayram havasında karşılanır. Onların varlığıyla mutlu olur köylüler. Çünkü onlardan, ilgi, sevgi, nezaket ve çeşitli hediyeler görürler. Hatun ve diğer çocuklar da köylülerin yaptıkları halis tereyağı, peynir, bastık gibi şeylerle, tertemiz bir kır havasında geçirirler günlerini.

Hatun, işte böyle güzel bir iklimde yetişir. Tıpkı Diyarbakırlı Şairimiz Sezai Karakoç’un Gül Muştusu’nda anlattığı, bir rüya ülkesi gibidir bu iklim.

Bu arada babasının verdiği harçlıkları biriktirir. Tebessüm ederek anlatır: “Gider top top kumaş alırdım. Eve gelen misafirlere hediyeler konurdu. Bazen evde hediye koyacak bir şey kalmazdı. Ben o kumaşları sandığımdan çıkarır, babamlara verirdim. Çok sevinirler parasını bana fazlasıyla verirlerdi. İşte böyle biriktirdim hac parasını.”

Evet, Hatun harçlıklarını biriktirir ve o yüce isteğini babasına dile getirir. Önce genç bir kızın kendi başına hacca gidip gidemeyeceği fıkhî yönden tartışılır. Ancak bir fetva bulunmuş, engeller aşılmış Hatun karayoluyla hacca gidebilmiştir. Atmışlı yıllardır; Harem-i Şerif o günlerde henüz bütün sadeliği, neredeyse Asr-ı saadet’teki haliyle durmaktadır. Hacı Hatun o yüce görevi en güzel şekilde eda eder. Dönüşte Şam, Bağdat gibi şehirlere uğranıp buralardaki sahabe, âlim ve evliyaullah ziyaret edilir. İşte Hatun o gün bugündür, Hacı Hatun’dur. Yeğenlerinin Hacı Halası, Hacı Teyzesi, eşinin akrabalarının Hacı Yengesi çocuklarının ve benim de Hacı Annemizdir.

Hacı Hatun, ablası ve ağabeyleri gibi Din-i İslam ve Ahlak-ı Muhammediye üzere yetişir. O günlerin Diyarbekir’inde bunlar çok önemsenir. Şehrin iklimi, Sezai Karakoç’un dediği gibi, ipekten sedirlerinde Kur’an okunan, geceleri Allah’a secde edilen, ilim irfana ehemmiyet verilen bir şehirdir. Hacı Hatun da dine ve ilme olan sevgisinden âlim bir insanla evlenmeyi ahdeder. Hâlbuki Hacı Mansur Bey’in kızının varlıklı bir insanla evlenmesi mukadderdir. O ise ilme, dolayısıyla zorluklara, yokluğa, meşakkate talip olur.

Böylelikle onun kısmetine, Dicleli genç ilim talibi Yusuf Hoca düşer. Vazife icabı, güzelim Diyarbakır’ı bırakıp Dicle’ye taşınırlar. Hacı Hatun, Dicle’deki kadınlar arasında, dindar, şehirli, zarif, çalışkan bir gelin olarak çabucak tanınır ve çok sevilir. Hayatın zorlukları ve fakirlik o günlerde onları biraz zora sokar. Mansur Bey yanlarına uğrayıp, kızım nasıl, hayatından memnun musun, diye sorduğunda, bütün zorluklara rağmen çok asil bir cevap alır: “Baba ben hayatımı reis-i cumhura değişmem.” Birbiri ardınca gelen çocuklara ve uğraşlara rağmen o bir vakit namazından geri kalmadığı gibi, ne günlük Yasin, Tebareke, Rahman, Vakıa, Amme gibi okumalarından, ne de gece ibadetlerinden geri kalmıştır. Hayatın bütün zorluklarına rağmen bir ömür bunları aksatmamıştır.

Ben on yıldır yakınındayım, aynı minval üzere onun ne okumalarından, ne de gece ibadet ve zikrinden gafil olduğunu görmedim. Hayatı çok muntazamdır; eğer misafir yoksa erken yatar, gece çok erken saatlerde kalkar. Teheccüdünü kılar, genç kızlık yıllarında Cizreli şeyhinden aldığı virdini çeker, hatmini okur. Bu, sabah namazına kadar devam eder. Namazları tam vaktinde, yavaş yavaş kılmaya özen gösterir; nafile ibadetlere farz namazlar kadar ehemmiyet verir.

Misafir dedim ya, misafir denince onun dünyasında akan sular durur. Rahmetli Mansur Bey’in evinden aldığı terbiyeyi bir ömür sürdürmüş, misafir için kendini nerdeyse helak etmiştir. Hiç mübalağa etmiyorum; onun evinde misafir için her şey dört dörtlük yapılır. Bu ister çok yakın bir misafir olsun, ister çok uzak, ilk defa eve gelecek bir misafir olsun fark etmez. Kendi sofraları mütevazidir, en küçük bir şey israf edilmez; ancak misafir geldiği zaman hiçbir masraftan kaçınılmaz, bütün imkanlar seferber edilir. Ben bunu ilk kez, eşime talip olduğumuz günlerde görmüş, -aman Allah’ım- ne kadar çok şaşırmıştım.

Hacı anne, misafirlerine karşı bol bol ikram ettiği gibi, güler yüzünü ve tebessümünü, sohbet ve muhabbetini de eksik etmez. O insanlarla oturup sohbet ederken, o kadar neşeli, o kadar güler yüzlüdür ki insanlar o sohbet hiç bitmesin isterler. Bazen esprileri, bazen geçmişten anlattığı olaylarla konuşması içinizi ısıtır. Bulunduğu ortamda hemen sevdirir kendini. Biri onunla tanışmaya görsün, bir daha asla peşini bırakmak istemez. Bu sebeple evi misafirle dolar taşar. Gecenin geç saatleri de olsa, misafirlerle oturur; gece kalkacağı kaygısı hiçbir zaman üzerinde görülmez. Az da uyusa mutadı olduğu üzere kalkıp geceyi ihya eder. Sonra gece dualarında sevdiklerini tek tek zikreder; onun dualarında herkesin bir yeri vardır.

Akrabalarına ne kadar çok değer verir; onları sevdiğini nasıl belli eder! Yeğenleri onu ziyarete gelseler mutluluğu ve sevinci bütün davranışlarına yansır. Akrabaları da onu çok severler, Hacı Mansur Bey’in bu en küçük kızı, sevildiği kadar, kendisiyle her konuda istişare edilen, fikir danışılan, görüşü atlanıp geçilmeyen bir insandır. Çünkü o, hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, Allah’ın nuruyla bakan bir mümin ferasetiyle konuşur. Üstelik de onların acı ve sevinçlerinde hep yanıbaşlarındadır.

Ondaki infak şuuru ise, tarif edilemeyecek kadar mükemmeldir. Ben Merhum Sami Efendi(k.s) ve Musa Efendi(k.s)deki infak şuurunu onda gördüm. Vaktiyle, Hacı Hatun’un mihri ve düğün takılarının parasıyla küçük bir daire alınmıştır. Bu dairenin gelirinden biriktirdikleriyle fakirlere, yetimlere, dullara infakta bulunur. Onun o müşfik eli hangi ihtiyaç sahiplerine, nerelere uzanmamıştır ki? Sözgelimi, benim, evlenecek arkadaşımın yetim olduğunu öğrenir öğrenmez, iki üç adet Reşat altınını hemen onun cebine koyuvermiştir. Sadece çevresindeki insanların değil, dünyanın öbür ucundaki ihtiyaç sahiplerinin derdini de hep yüreğinde hissetmiştir o. Acı bir haber görmeye görsün, ne biriktirmişse hemen çıkarır, Allah rızası için bunu gönderiverin, der. Ben kaç kez, Filistin’e, Afrika’ya onun adına yardımlar gönderdim bilmiyorum. Bu işleri hallettiğim için bana dua ede ede bitiremez.

O her şeyiyle asil bir insandır. İslam ahlakı üzere yetiştirdiği çocukları ve ulaşabildiği herkes için fedakârlık yapmayı bilir. Asla hiç kimseye yük olmak istemez. Birinin kendisine en küçük bir iyiliği olsun, ona nasıl iyilik yapacağını şaşırır; her fırsatta o iyilikten bahseder, onu asla unutmaz. Eğer birinden incitici bir şey görse, ondan bahsetmez, başkaları söz ederse, onları yatıştırır… Onun hakkında anlatabilecek çok şeyim var; ancak şu an yerimin sınırlarını zorlamış bulunuyorum.

Kısaca, benim nazarımda Hacı anne, Allah dostlarından Rabiatü’l-Adeviyye’nin (k.s) günümüzde yaşayan bir timsalidir. Allah’a ibadetten bir an gafil olmamış, Kur’an muhabbetiyle ondan bir gün uzak kalmamış, Peygamber aşkıyla içi hep Haremeyn-i Şerifeyn özlemiyle yanmış, ilim ehlini, hafızları çok sevmiş bir Allah dostudur.

En son telefonda: “Mesut’um nasılsın yavrum” diye başlayan ve her zamanki gibi iltifat cümleleriyle dolu bir konuşmamız oldu. O gün, bir vakit namazını bile geçirmeden Allah’ın huzuruna çıkabilmesi için dua istedi bizden. O gece yoğunbakıma kaldırıldı ve hala orada bulunuyor. Allah’tan şifa ve sevdiklerinden dua bekliyor.


Mesut Kaya'ın Yazısı.