Rabbânî terbiye, insanı dünyaya düşman etmeden, ona kul-köle de etmeden, nimetlerin içinde, nimetin sahibinin farkında olarak yaşatan bir terbiye sistemidir. Yani dünyanın izzet ya da zillet sebebi olması, dünyadan kaynaklanan bir sonuç değil, dünya ile ilgi tarzını doğru ya da yanlış belirleyen insanın değer yargısıdır.

Dünya ve insan ilgisi, insanlık tarihiyle paralel devam edegelen kadîm bir meseledir. İlâhî kitapların, peygamberlerin, filozofların ve hatta doğan her bir insanın tabii gündemlerinden birini oluşturagelmiştir. İnsanın gelişim süreci söz konusu olduğunda, onun dünya ile ilgi keyfiyeti, son derece önemli bir yer işgal etmiştir. Öyle ki, tüm değer sistemlerini bir şekilde etkilemiştir, denilebilir. Zihniyet, inanç, duygu ve karakter inşasında, her zaman ve mekânda belirleyici bir role sahip olmuştur. Bu bakımdan Rabbânî terbiye sisteminde de dünyaya dair oluşturulan şuur dinamiği, İslam insanının kalitesinin gerçekleşmesine ciddi bir katkıda bulunacaktır.

Kur’ân-ı Kerim dünyayı üç şekilde ele alır:

1. Coğrafî bir mekân olarak dünya. Dünya bu yönüyle, Allah’ın sayısız âyetlerinin sergilendiği bir ibretler meşheridir. Her bir zerresinde, ilâhî kudret ve hikmetin seyredildiği bir tecelligâh, bir aynadır. Gönlü îmânla aydınlanmış ve nurlanmış kimselerin okuyabileceği bir büyük kitâbullahtır. Bu yönüyle o, insanın ilim, irfân ve hikmet bakımından yetiştiği ilâhî bir mekteptir. Fakat bu mektebin başarılı bir talebesi olmak için, baş gözünün açık olması yetmeyecektir; gönül gözü de açık olmalıdır. Hakk’ın bu kitabını okurken, gönüller ürperir, gözler yaşarır ve tefekkür ufuklarına kanat açılır. Bu âlemde devrân eden kulun dilinden: “Sen bunları boşuna yaratmadın Rabbim! Seni tesbih ve tenzih ederim, Sen her türlü eksiklikten münezzehsin! Senin azamet ve yüceliğine sınır yoktur” sözleri dökülür. Nakışlara değil, Nakkaşa nazar edilir.

2. Bir aldanış diyârı ve metaı olarak dünya. Dünya ve nimetlerinin, fâni ve gelip geçici olduklarını göz ardı ederek, sanki ebedîyet diyarı gibi değerlendirilmesi durumudur. Bu yönüyle o bir imtihan vesilesidir. İnsan, Rabbin bir kulu olarak, gönlünü ona kaptırmamakla yükümlüdür. Bilmelidir ki, dünya ve nimetleri, âhiret nimetlerinin yanında deryadan bir damla mesabesindedir. Damlayı deryaya değişmek bir ahmaklık nişanıdır. Evet, dünya nimetlerinden istifade etmek yasaklanmamıştır; yasaklanan husus, dünyayı her şey zannedip, onu yegâne hedef haline getirmektir. Böyleleri, dünyanın malına, mülküne, oyun ve eğlencesine, evlat, makam ve şöhretine aldanıp onunla gönlünü tatmin eden düşük himmetli ve kısır akıllı zavallılardır ki, Kur’ân-ı Kerim böylelerinin aldanmış ve imtihanı kaybetmiş kimseler olduğunu muhtelif âyetlerde beyan eder. İnsan âhiret merkezli hayat sürdüğü sürece, dünyadan da nasiplenmesi hiçbir zaman yadırganmamıştır.

Dünyanın oyalayıcı ve Hak ve hakikati unutturucu bu yönü, âyet ve hadislerde sıkça kötülenmiştir. Ve insanın bu oyuna aldanmaması gerektiği de sürekli hatırlatılmıştır. Hz. Mevlânâ’nın ifadesiyle kötülenen dünya, seni Allah’tan alıkoyan her şeydir; yoksa dünyanın malı-mülkü, evlâd ü iyâli ve ziynetleri bizatihi kötülenmiş değildir. Dünya ile insanın ilişkisi gemi ile deniz ilişkisine benzetilmiş ve denilmiştir ki: Gemi suyun üzerinde bulunduğu sürece bir tehlike söz konusu değildir; fakat su gemiye girmeye başlarsa, işte helâke götüren felâket budur1.

3. Dünya ve nimetleri, âhiret sermayesinin kazanıldığı hem bir ticârethâne, hem bir sermaye ve hem de bir fırsatlar diyarıdır. Şu âlem bir tarladır ki, ebediyet âleminde devşirilecek nimetlerin tohumu burada ekilir. Şu âlemin gelip geçici nimetleri, Hak yolunda harcanmak suretiyle âhiret nimetlerine dönüştürülür. Bu yönüyle dünyanın bir günü, bir Hak dostunun ifadesiyle âhiretin bin yılından daha önemlidir. Zira ecir kazanmanın ya da terakki etmenin yeri bu dünya hayatıdır. Âhiret âlemi sonuçların devşirildiği mükâfat ya da ceza diyarıdır.

Dünya ve nimetlerinin âhiret sermayesi olması durumu, kişinin salih ya da günahkâr olmasına bağlıdır. Nitekim hadis-i şerifte “Salih bir adam için mal ne güzel bir nimettir” (Ahmed b. Hanbel, IV, 197,202.) buyurularak dünyanın bu yönüne işâret edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim, insanların dünya ile ilgileri bakımından farklı duruşlar sergilediğine şöyle işaret eder:

“Bir grup insan: «Rabbimiz! Bize ne verecekse dünyada ver! der. Böylelerinin âhirette bir nasibi yoktur.” (Bakara Sûresi, 200).

“Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! Derler. İşte onlara da kazandıklarından bir nasip vardır. Allah, hesabı pek çabuk görendir.” (Bakara Sûresi, 201-202)

Tavsiye edilen duruş ise, Allah’ın verdiği her nimete âhiret merkezli bakmak, ebediyet yurdu için fani nimetleri kazanca dönüştürmek ve bununla beraber dünyadan da nasibini unutmamaktır.

Dünya ve nimetleri, esasen insanı oyun ve eğlenceye, gurur ve övünmeye ve nihâyet Allah’ı unutturmaya vesile olabilecek bir çekicilikte yaratılmıştır. Ona gafl etle yaklaşan zamanla içinde kaybolup gidebilir. Dünyanın bu aldatıcı görüntüsüne gönül kaptırmamak için tavsiye edilen “zühd, kanaat, tevekkül, ölümü hatırlama, halvet ve uzlet” gibi tedbirlerin hiçbir zaman dünyadan tamamen el etek çekme ve dünya nimetlerinden yüz çevirme anlamına gelmediği bilinmelidir.

Allah’a kulluk adına dünyayı ve nimetlerini terketmek (ruhbanlık) doğru olmadığı gibi kapitalist bir yaklaşımla her şeyi dünya merkezli değerlendirmek (dünyaperestlik) de büyük bir yanlıştır. Tarih boyunca insanlık işte bu dengeyi kaybettiği için ifrat ve tefrit arasında bir sarkaç misali sallanıp durmuştur.

İslâm’ın insan şahsiyetini inşada ortaya koyduğu bu dünya değerlendirmesi ise, onu şımartmadan ve nimetlerden mahrum da bırakmadan hürriyet ve izzetini koruyan bir dengeyi gerçekleştirmiştir.

Hulâsa Rabbânî terbiye, insanı dünyaya düşman etmeden, ona kul-köle de etmeden, nimetlerin içinde, nimetin sahibinin farkında olarak yaşatan bir terbiye sistemidir. Yani dünyanın izzet ya da zillet sebebi olması, dünyadan kaynaklanan bir sonuç değil, dünya ile ilgi tarzını doğru ya da yanlış belirleyen insanın değer yargısıdır. Diğer bir ifadeyle dünya, methedilen ya da kötülenen vechesiyle dışta değil, insanın içindedir.


1- Mevlânâ, Mesnevî, I, 79.


Adem Ergül 'ın Yazısı.