Farksız Bir Ada...
Güneş ufku kızıla boyarken başımın içinde ben farkında olmasam da sürekli konuşan sesler sustu. Sadece kalbim konuştu. Bir ada dünyanın diğer köşelerinden ne kadar farklı olabilirdi? Tepenin yamacında yeşillikler arasına saklanmış çardağa davet edildim. Denize bakan taraf hariç tül perdeler kapandı.
Kolyenin dağılmış boncuklarıydı, Hint okyanusuna serpilmiş granit adalar. Sarp kayalıklardan fışkıran tropik ağaçlar. Rengârenk kuşlar. Sabahın ilk ışıklarıyla kumsalda yürüdüm. Beni takip eden sadece ayak izlerimdi. Dalgaların sesi sert ve kızgındı. Yengeçler, kuma gömülmüş balıklar açık denizlere kaçmıştı. Fotoğraf makinamla güneş gözlüklerimi kumsala bıraktım. Denize girdiğimde ayak izlerim beni izleyemedi. Kıyıya köpürerek çarpan dalgalarla savruldum. Güçlü bir yüzücü olmama rağmen sakin, açık denize ulaşamadım. Kulaklarımın içine kadar kum doldu. Kolay değildi vazgeçmek. Dalgaları izledim. En irisi yaklaşırken hızla daldım derinlere. O beni yakalayamadan geçip gitti üstümden. Önce sarı çizgili bir balığa selam verdim daha sonra asık mavi suratlısıyla biraz yüzdük. İnsanların gerçek yüzüyle karşılaşmamış olsalar gerek, hiç kaçmadılar benden. Gökyüzünü gördüğümde kıyıdan uzakta okyanusla baş başaydım. Yeşil yamaçlara saklanmış çatılara, palmiyelerin gölgesine sığınan bungalovlara arkamı döndüm. Kollarımı ve bacaklarımı açıp çarpı oldum denizde. Bir yosun sarıldı saçlarıma, bir balık gıdıkladı parmaklarımı ve dalgalar kabul etti beni.
Bir parça İspanyol, bir tutam Fransız kanı karışmış Afrika asıllı ada halkı Fransızcaya çok benzeyen Creolce konuşuyordu. İngiliz sömürgeciliğinden kalma arabaların sağdan gitmesine bir türlü alışamadım. Ada sakin ve tenha. İstanbul’dakiler Mahe’ye taşınsa ada kesin batar. Lüks otellerin yanı sıra küçük köylerden geçerek başkent Victoria’ya geldik. Havanın sıcaklığına ve sineklerin tacizine rağmen botanik bahçesi gezilmeye değerdi. Kabuklarına saklanmış kaplumbağalar neredeyse beni taşıyacak büyüklükteydi. Çantamdaki bisküvileri ufalamadan önüne attığımda uykulu buruşuk bir surat ortaya çıktı. Yiyeceğine ulaşmak için atacağı adımı epey bir düşünse de sonunda hareketlendi.
Akşamüzeri balıkçıların koyunda durakladık. Takamaka ağaçlarının gölgesinde taze balık satan denizcileri seyredip, Kaz Kreol’a pizza yemeğe gittik. Kumsalda palmiyeler altına dizilmiş renkli masalar ve açıkta bir odun fırını, tıpa tıp aynı iki çalı süpürgesi, biri fırının içini diğeri yerleri süpürmek için. Tek hazır olan top top hazırlanmış açılmayı bekleyen hamurlar. Salatalar bile siparişten sonra yıkanıp doğranıyor. Yavaş lokantaları oldum olası sevmesem de burası farklıydı. Kumlara ayağımı gömüp palmiyelerin gölgesinde kumsalın keyfini çıkarttım. Kat kat göbeğini hoplatarak yanımıza gelen garson gülümseyerek nereli olduğumuzu sordu. Türkiye’nin neresi olduğundan haberi yoktu. Bilmek de istemiyordu. Dünya haritasındaki yerini anlatmaya çalışmak boşunaydı. Omzunu silkti. “Adadan ayrılmayı düşünmüyorum” diyerek hamurlarının başına döndü. Birkaç kilometrelik adaya sığmıştı hayatı. Şarkısını mırıldanarak mantarları doğradı. Şişman vücudunun etrafında iki tur atıp soğanlara uzandı. Kahkahalar atarak pizzayı fırına attığında zafer işareti yaparak zıpladı. Kadının neşesi miydi bizi gülümseten yoksa fırından yükselen kokular mı bilmiyorum.
Bir ada dünyanın diğer köşelerinden ne kadar farklı olabilirdi? Tepenin yamacında yeşillikler arasına saklanmış çardağa davet edildim. Denize bakan taraf hariç tül perdeler kapandı. Zencefilli çay ve tropik meyveler ikram ettiler. Turkuaz bir çanakta yüzen çiçekler gülümsetti beni, kuşlar cıvıldadı. Dalgalar kıyıya vurdu. Rüzgâr esti. Portakal kokusu etrafı sardı. Güneş ufku kızıla boyarken başımın içinde ben farkında olmasam da sürekli konuşan sesler sustu. Sadece kalbim konuştu.
Hande Berra'ın Yazısı.