Onun Benden Ne Farkı Var?
Şu âlemde nice tecrübeler, keşifler, ilimler, ilhâmlar ve hikmetler vardır ki, her birinin ortaya çıktığı mahal yani tecelligâh farklı farklıdır. Hakk’ın her bir kuluna ihsân ve ikrâmı husûsîdir. Bu bakımdan herkesi kendine kıyaslamak, hem insanı, hem insanda tecelli eden sırları, hem de Rabbi tanımamak demektir.
izi bir beşer/insan mı doğru yola iletecekmiş?” (et- Teğâbün, 6)
“Sizin bizden ne farkınız var ki? İşte siz de bizim gibi bir insansınız!”(İbrâhim, 10)
“Allah, bir beşeri peygamber olarak gönderdi, öyle mi?” (el-İsrâ, 94)
“(Ey insanlar!) Bu (peygamber olduğunu söyleyen) kişi, ancak sizin gibi bir beşerdir. Esasen size üstünlük taslamak istiyor. Eğer Allah böyle bir şey dileseydi, bir melek gönderirdi.” (el-Mü’minûn, 24)
“Bu, nasıl peygamber? (Bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda yürüyor! Ona bir melek indirilib de (bu suretle) maiyyetinde (kendisini tasdîk eden) bir uyarıcı bulunmalı değil miydi?” (el-Furkân, 7)
“Andolsun, kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz mutlaka ziyana uğrarsınız.” (el-Mü’minûn, 34)
İnsanlık tarihi boyunca peygamberlere karşı çıkan inkârcı zihniyetlerin ortak gerekçesi, -yukarıdaki âyetlerde de açıkça görüldüğü gibi- “bizi bir beşer mi hidâyete erdirecekmiş!” düşüncesi olmuştur. Beşeriyeti ilâhî mesajdan mahrum bırakan bu duruş, zamanla insanı kendi nefsinin putperesti olmaya mahkûm etmiştir.
Dün peygamberlere karşı gösterilen bu tavır, bugün de onların mirasçıları diyebileceğimiz Rabbânî âlimlere karşı aynen devam etmekte ve insanoğlu bu gerekçenin arkasına sığınıp kendini hikmet ve irfânî bilgiye kapatmaktadır. Hz. Mevlânâ, herkesi kendine kıyas ederek kendini başkalarına karşı kilitleyen kimselerin aldanmışlığını şöyle ifâde eder:
“O gafiller şekle aldandılar da, peygamberlerle eşitlik dâvâsına kalkıştılar. Velileri de kendileri gibi sandılar.
“İşte, biz de insanız, onlar da insan. Biz de yemeye içmeye ve uyumaya mecburuz, onlar da.” dediler.
Körlükleri yüzünden, aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler.
Her iki çeşit arı bir yerden gıdalandıkları hâlde, birinde yalnız iğne bulunur, diğerinde bal vardır.
İki tür kamış da bir dereden su içtikleri halde, birinin içi bomboştur, diğeri şekerle doludur.
Böylece yüz binlerce birbirine benzer şeyler bulunur ki, aralarında yetmiş yıllık fark vardır.
Biri yer, yediği posa olarak kendinden ayrılır. Öbürü yer, yedikleri bütün ilâhî nûr olur.
Şunu iyi bil ki, tatlı suyu, acı sudan ayırt edecek kişi, ancak zevk sahibi olan, onları tadabilen kişidir.”
İlim, irfân, hikmet ve hüner arayan kimse, aradığına kolayca erişebilmesi için öncelikle o işin üstâdına erişmek ve onu kendine kılavuz edinmek durumundadır. İlmi âlimden, irfânı âriften, hikmeti hakîmden ve hüneri de hüner sahibinden tahsil etmek gerekir.
Şu âlemde nice tecrübeler, keşifler, ilimler, ilhâmlar ve hikmetler vardır ki, her birinin ortaya çıktığı mahal yani tecelligâh farklı farklıdır. Hakk’ın her bir kuluna ihsân ve ikrâmı husûsîdir. Bu bakımdan herkesi kendine kıyaslamak, hem insanı, hem insanda tecelli eden sırları, hem de Rabbi tanımamak demektir. Nitekim insandan bir peygamber olamayacağını söyleyenlere karşı Yüce Rabbimiz buyurur ki:
“Onlar Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Çünkü, “Allah, hiç kimseye hiçbir şey indirmedi” dediler…” (el-En’âm, 91)
Nitekim Mekke müşriklerinin Hz. Peygambere bakışı: “Şu bizim Abdullah’ın yetimi Muhammed” şeklinde olmuş ve ondan hiçbir şekilde istifâde edememişlerdir. Ona îman eden mü’minler ise kendisine: “Allah’ın Resûlü Muhammed ” diye hürmetle nazar etmiş ve ona indirilen ilâhî vahiyden gönüllerini kana kana doyurmuşlardır. Netice olarak da kâfirler, inkârlarının karanlığında şaşkın şaşkın dolaşan zavallı mahlûklar olarak kalırken, mü’minler îmanlarının aydınlığında kendilerine açılan sayısız ufuklara doğru kanat açan, nurlu kişilikler hâline dönüşmüşlerdir.
İnsanın kabiliyet ve istidat çırası, çoğu zaman bir başka insanla tutuşturulmuştur. İnsanlık tarihi bunun sayısız misalleri ile doludur. İnsan, çeşitli önyargılarla kendisini kilitlemediği sürece, kendi cinslerinden istifâde edeceği çok şey vardır. Bunun gerçekleşebilmesinin en önemli üç şartı ise şunlardır: İstek/hırs, tevâzu ve edep.
Rivâyete göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Firavun ve ordusunun Kızıldeniz’de Benî İsrâil kavminin gözü önünde boğulmasından sonra kavmini topladı. Onlara çok fasîh, belîğ ve heyecanlı vaazlar verdi. Kavmi, Hazret-i Mûsâ’nın ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı. Mest oldu. İçlerinden biri:
“– Ey Allah’ın peygamberi, şu yeryüzünde senden daha âlim bir kimse var mı?” dedi.
Hazret-i Mûsâ:
“– Böyle bir kimse bilmiyorum.” dedi. O esnâda kendisine vahiy gelerek:
“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, ona has bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biri ile ona git!” diye buyuruldu.
Mûsâ -aleyhisselam- arkadaşı Yûşâ bin Nûn -aleyhisselâm- ile acele olarak sefere çıktı.
Mûsâ -aleyhisselam-, kendisine vahiy ile işaret edilen zatı, bir kayanın üzerinde hırkasına bürünmüş olarak gördü ve selâm verdi:
“– Ben Mûsâ’yım..” dedi. Hızır da:
“– Demek ki Benî İsrail peygamberi olan Mûsâ sensin!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselam-:
“– Bana Allah tarafından bildirilen insanların en çok bileni sen misin?” diye sordu.
Hızır cevaben:
“– Yâ Mûsâ, Allah bana bir ilim vermiştir, o sende yoktur. Sana bir ilim vermiştir, o da bende yoktur.” dedi.
Mûsâ -aleyhisselam-, Hızır -aleyhisselam- ’dan bu ilmi telakkî etme arzusunu bildirdi.
Zâhiren anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâib ve garâibden görülen bazı hakîkatlerin hikmetini ondan öğrenecekti. O meşhur yolculuğa çıktılar...
Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hâdiseyi, onun ibret ve hikmet dolu noktalarına dikkat çekerek şu şekilde anlatır:
“Ey kerîm olan kimse! Bu manevî iştiyakı, “Kelîmullah” olan Hazret-i Mûsâ’da gör! Bak kelîm olan Mûsâ -aleyhisselam- ne diyor:
Bunca makama sahib olduğum hâlde, kendimde varlık hissetmiyorum. Daha öteler için ruhuma ışık tutacak Hızır’ı arıyorum.
Hakîkat ve mârifete ulaşmak için Hızır’ı vesîle kılacağım. Bunun için de uzun müddet sefer edeceğim. Tâ ki; ona kavuşayım...
Himmet ve azimet kanatları ile yıllarca uçacağım. Yıllar ne demek, binlerce yıl gitsem, yine O’nu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmağa değmez mi?”
İlim, irfân ve hüner tahsilinde, hırs ve tevazu hasletlerine bir de edep refâkat edecek olursa, artık terakkî ve tekâmüle sınır çizmek imkânsız hâle gelir. Edepten kastımız, öncü insana yönelik;
-Hüsn-i zan beslemek,
-Sevgi ve saygı dolu davranışlar sergilemek ve ona karşı
-Teslimiyet göstermektir.
Hulâsa şu âlem, ibret nazarıyla bakıldığında hem sırlarla dolu bir kitâb-ı a’zam, hem de büyük bir muallimdir. İstifâde etmek için “Her şeyden ve herkesten öğrenilebilecek çok şey var”, diyebilecek derin bir firâsete sahip olmak zaruridir.
Adem Ergül 'ın Yazısı.