Bizim büyük dedelerden bir tanesi, M. Kemal Havza’ya geldiğinde onun emir erliğini yapmış. Sonradan torunları, yani baba ve amcalarımız, bize, dedemizin “Sarı Paşa” diye sitayişle andığı kumandanına hiç laf söyletmediğini anlattılar. Eleştirmek isteyeni “Siz o günleri görmediniz, yaşamadınız.” diye sustururmuş. Bir vasfı daha varmış dedemizin ki bu duruşu ile birlikte cidden ilginçlik arz ediyor. Hayatının son yıllarında, okuyup öğretmen olmuş bir torunu ile arasında bir konuşma geçiyor. Konuşma mealen şöyle:

- Ne oldun sen şimdi?

- Öğretmen oldum dede…

- Ne okutuyorsun?

- İlkokul talebelerini okutuyorum.

- Okuttuğunla namaz kılınır mı?

- Yok, kılınmaz.

- Boş ver gitsin o zaman…

Benim edeben “boş ver” diye yazdığım yerde dedemizin kullandığı ifadeyi sokak ağzına aşina okuyucularımız az çok tahmin edeceklerdir. Tahmin edilmesini beklediğimiz bir diğer sonuç da dedemizin kumandanına olan hayranlığı ile Kur’an bilgisinden başka bilgiye itibar etmemesi şeklindeki “köktenciliğini” nasıl telif edebildiğidir. “Ne var bunda, gayet iyi telif edilebilir kardeşim” diyeceklere sözüm bitmiştir. Sadece gönüllerini hoş etmek için onlara, beş vaktini camide kılmak hassasiyeti ile maruf bir diğer dedemden bahsedebilirim; bu dedem, hayatının son demlerine kadar CHP fanatiğiydi. Eh, yazının bundan sonrası için bu okuyucularımız müsaade alabilirler, kendileri ile hep hoş kalmak ister, kompartımanlı zihinlerindeki konforlarının devamını niyaz ederiz.

Zihni modernist, eli liberal, kalbi Müslüman

İslamcılık tartışmalarında geçen İslamcı tabirinin meşruiyeti meselesi bana hep bu iki dedemi hatırlatmıştır. "Allah’ın bizim için verdiği en güzel isim olan “Müslüman” orada dururken İslamcı nereden çıkmıştır, bu Batılıların bir nitelemesinden başka nedir?" şeklindeki itirazlara bu nevi şahsına münhasır ve fakat bir dönemin prototipleri gibi duran dedelerimi örnek veririm. Lafı dolandırmadan neticeyi söyleyeyim: Dedelerim gibi örnekler olmasaydı İslamcılık da olmazdı. Bu anlamda İslamcılık aslında Müslümanları kendine getirme, inandıkları dinin hayatla ilişkisini yeniden gösterme, dolayısıyla şirazesi kaymış Müslüman bilincini tamir etme çabasıdır. Zihni modernist, eli liberal, kalbi Müslüman, ayağı kapitalist tiplere nerede durduklarına dair bir hatırlatmadır, bir saf seçme çağrısıdır.

Dinin her şey olduğunu içselleştirmiş bir toplum, o toplumun üzerine yükselmiş siyasi irade ve o siyasi iradenin farik vasfını din olarak algılamış küresel bir düzlemde İslamcılık bir ihtiyaç olarak belirmezdi. Çünkü Müslüman demek zaten İslamcı demekti. Hatta Türk kelimesi bile bu anlamda yeterliydi; Batılı zihinde Türk olmak, kendisi ile dini için mücadele edebilecek bir inanışın mensubu olmaktan başka bir şey değildi. “Türk olan” yani İslam’ı seçen otomatikman bugünkü anlamı ile İslamcı oluyor, zamanı Müslüman, devleti Müslüman, halkı Müslüman, hayatı Müslüman bir düzleme transfer oluyordu. Bu düzlemde din bütün veçheleri ile temsil edilebiliyor, Müslümanım diyenlerin dinden ne anladıkları konusunda bir kafa karışıklığı yaşanmıyordu.

“Tarif” edilen tahrif oldu

Ne zaman ki modern tehditler ortaya çıktı, işin rengi değişti. Artık en temel dini umdelerini yerine getiremez hale gelmiş bir toplum, toplumu çağdaşlaştırmak adı altında koyu bir taklitçilik dayatan siyasi irade ve o siyasi iradenin meşruiyetini din karşıtlığı üzerinden sağlamış küresel bir düzlemde İslamcılık denen akımın ortaya çıkması kaçınılmazdı. Çünkü dinin, sadece insanlığa değil zamane Müslümanlarına da, efradını cami ağyarını mani bir şekilde yeniden anlatılması gerekiyordu. Ortada din diye anlatılan, dayatılan ya da yaşanmasına müsaade edilen dindendi ve fakat dinin kemali değildi. Bugün dinin tatbiki ve hayatla ilişkisi konusundaki eksiklik devam ediyorsa, İslamcılık da aynı şekilde devam ediyor demektir.

İslamcılık modern zamanlara ait bir ihtiyaçtır, dolayısıyla modern bir niteliğe sahiptir ve fakat son tahlilde “İslami” bir reflekstir. Modernite ile mücadele devam ettiği müddetçe de meşru bir niteleme olarak kalacaktır. Ancak bu kavram ve bu kavramı savunanların bir şanssızlığını ifade etmeden geçmemek lazım: İslamcılar “Her fırka kendi elinde olanlarla böbürlenmektedir” ayetinde ifadesini bulan ortamla mücadele ederken zamanla o fırkalardan birisi haline dönüştüler. Sanırım bu da cihad denen o hayati kavramı kendine ait öz kurguda değil mer’i sistemin kurgusunda tarif etmelerinden kaynaklandı. Mer’i sistemin kurgusunda “tarif” edilen tahrif oldu. Kavram orada bütün canlılığıyla duruyor, ona bir şey olmaz; olan, hayatlarını cihad ile anlamlandırdığını düşünen birkaç nesle olmuştur.


Mehmet Köprülü'ın Yazısı.