Ömer Öztürk tanıdığım sıra dışı insanlardan biri. Farklı hâlleri, garip sayılabilecek tavırlarıyla dikkat çeken bir tip. Modern çağın vebalılarından. Deli olduğunu düşünenler de var veli olduğuna inananlar da. Her şey bir yana, yazı dili ve üslûbu bir başka. Zaten bu denli güzel yazabiliyor olmasıdır bizi kendisine hayran eden. Kaderin bir tecellisi olarak tanıştık ve bu tanışıklığımız zaman içinde sık görüşmelerin gerçekleştiği bir birliktelik hâlini aldı. Lakin söylemeden edemeyeceğim: Kendisiyle iyi geçinmek zordur. Çünkü ondaki "hâl" çoğumuzun sabredebileceği bir hâl değildir. Bu anlamda sınıfta kaldığımı da itiraf edebilirim. Geçenlerde kendisine aklıma gelen ilk "10 soruyu" sordum. Bu vesileyle buyrun birlikte dalalım bu "farklı" adamın dünyasına....

Kısaca seni tanıyabilir miyiz?

1975 yılının 9 Temmuz`unda Üsküdar’da doğdum; doğar-doğmaz da Kadıköy’e naklolundum. Onun içindir ki, yakın zamanlara değin Kadıköy his dünyamda Üsküdar’dan daha fazla yer etmişti. “Genç Dergi”nin web sitesindeki bir yazımda da ifade etmiş olduğum gibi (bkz. “Sayıları Bırak Maziye Bak”), Üsküdar’a ilk defa 1987 yılında dershane vesilesiyle çıktım. İstanbul Üniversitesi Fransız Dilbilimi bölümünden mezun oldum. Son sınıfta İlkokul Öğretmenliği sertifakası almıştım; tam öğretmen oluyorum derken, iki dersten bütünlemeye kalınca, hayallerim suya düştü.

Şüphesiz bunda da bir hikmet vardı. Öğretmen olsam, toplumun genel-geçer kurallarına uyumsuz kişiliğimle kesin ortalığı karıştırır, birkaç skandala imza atardım. En azından, birkaç öğrenci bayıltırdım. Onun yerine yazarlık gibi bana daha çok serbesti temin eden, beni fazla sıkmayacak bir işe yöneldim. Hiç evlenmedim. Bunu da, Allah’ın beni fazla yormak, sıkmak, üzmek istememesi gibi bir hikmet-i celilesinde arıyorum. Buna ister hikmet, ister gönül tesellisi deyin; kaderin hükümlerine tabi olduğumuz asla inkâr olunamayacak bir hakikattir.

Kitaplarından bahseder misin bize?

Telif ve çeviri olmak üzere, 14 kitabım bulunuyor. Ayrıca, bir oyun çevirim bir dergide tefrika edildi. İki kitaba çevirilerimle katkıda bulundum ki, bunlardan biri Hz. Muhammed’in (S.A.V.) hayat serüveni, yani bir siyer kitabıdır. İki kitabın da editörlüğünü üstlendim. Yayınlanmayı bekleyen birkaç kitabım mevcut. Kitabın güzel tarafı hiç kaybolmaması, yıllar geçtikçe daha da yaygınlık kazanmasıdır. İlk kitaplarımdan birine “Mazi Kaplı Kitap” ismini koymuştum. O gün bugündür hep maziyi yazıyorum.

Bir kitap kurdu olarak bizlere tavsiye edebileceğin neler var listende?

Süleyman, öncelikle bilinmelidir ki, kitap kurdu tâbiri çok yanlış. Zira kitap kurtları kitaba zarar verirler, biz gerçek kitapseverlerse kitaba dört Kitab-ı Mukaddes’e yaptığımız muameleyi yaparız, tıpkı ecdâdımız gibi. Kitabın bir kenarında leke görsem, uykularım kaçar benim. Ben kitap okumam, kitap okuma fiiliyle bütünleşmişimdir. Okumak ve yazmak hayat felsefemdir. Ben okur-yazar da değilim; benim mesleğim bu. Kitap tavsiyesine gelince, hayır, böyle bir şey de söz konusu edilemez. Yazarlık hayatım boyunca, asla kimseye şunu okuyun-bunu okuyun demedim; ama tek dediğim, ve diyeceğim sık sık sahaf dükkanlarını ziyaret etsinler, eski, hatta antika kitapları tetkik etsinler. Hiçbir zaman da bütçelerini aşmasınlar. Tutup da ev kirasını birkaç antika kitaba yatırmasınlar mesela. Zira hayat, kitaplardakinden daha merhametsiz. Bense, günlerce, gecelerce evden çıkmadan kitaplarım arasında yaşayabilirim.

Sekiz yüz bin ciltlik bir kütüphaneye sahip ama âmâ (görme-engelli) olan Louis Borges cenneti bir kütüphane olarak tasvir edermiş (kaynak: Yaba Edebiyat dergisi-Temmuz/Ağustos 2012 sayısı-Melek Koç); benim de yüce yaradandan yegâne arzum ebedî âlemde de bizleri kitapsız bırakmasın; bir de; bir de birşeysiz daha bırakmasın ama onu söylemem, okurlar bulsunlar!...

Kaç saat uyursun?

2010’un Aralık ayından itibaren bende müthiş bir uykusuzluk peyda oldu; günlerce-haftalarca süren ve sanki kırk kilo kafein yutmuşum hissi uyandıran bir uykusuzluk ki, delirmemek içten bile değildi. Kim bilir, belki de yıllarca, yazı dünyasında yaşamış olduğum kırgınlıklar, hayal kırıklıkları, uğramış olduğum baskı, hakaret ve tehditlerin neticesiydi bunlar. Şimdi nispeten rahatladım. Ortalama 5-6 saat uyuyabiliyorum. Yine az sayılır ama kötünün iyisi diyelim. Fakat bazen kafamı birşeylere taktığımda (ki bu hususta uzmanım), yine uykusuz kalabiliyorum.

Sence ülkemizde sanatçıya, fikir adamına yeteri kadar değer veriliyor mu?

Sadece bizde değil, dünyada da yeterince değer verilmiyor. Kitabını tercüme etmiş olduğum Amerikalı bir yazarla internette yazışmıştık. O da şikâyetçiydi. Ama değer verilmiyor diye de oturup her dakika sızlanacak, daha da ruhî bunalıma düşecek hâlimiz yok ya. Mevcut şartlarda, kendi hesabımıza daha neler yapabiliriz, bunun yollarını araştıracağız. Biz çalışalım da, takdir nasıl olsa gelir. Zaten ben kendi payıma, artık eskisi kadar aldırmıyorum. Allah nasıl olsa, rızkımı veriyor. Nerede olsa, bir çorba parası çıkıyor. Memleketin gelir ortalamasının üstünde bir hayat standardına sahibim. Neyimiz eksik! Ayrıca eserlerimle öldükten sonra da yaşamaya devam edeceğim. Bunun huzur ve mutluluğu yeter de artar bile. Bir ara, sigortadan şikâyet ediyordum. Çok şükür, yeşil kartlarımız da geldi. Gönlümüzce tedavimizi yaptırabiliyoruz. Buradan hükümete bir ipucu vermek istiyorum. Şu ulaşım meselesini tez elden çözerlerse, çok daha mutlu bir cemiyet tesis edilecektir.

Ölmeyi hiç arzu ettin mi?

Ölmeyi hiç istemedim. Tam tersine, ölmekten çok korktum, hâlâ da korkarım. Hz. Muhammed (S.A.V.) ashâb-ı kirama hitaben, “hayatı ne kadar çok severseniz, ölmekten de o kadar çok korkarsınız,” buyurmuş. Neyi çok seversek, onu kaybetmekten de o kadar korkuyoruz. Hayatı sevmek doğru bir davranış ama bu işi abartıp marazî (hastalıklı) bir hâle koymanın da âlemi yok. Ölmeyi arzulamadım, arzulamıyorum. Ama öbür dünya temelli bir ömür sürmek, “ölmeden önce ölmek” istiyorum. Ölmeden önce ölelim, ama “Yaşayan Ölü” de olmayalım. Mesele bundan ibaret olsa gerek.

Hayatının en zor anlarını paylaşır mısın bizimle?

6 aylık kısa dönem askerlik hayatımda çok zorlandım. Bir sanatçı, bir yazar olarak sivil hayatta bile zorlanan ben ve benim gibilerin o ağır addedilebilecek – ana kucağı değil – asker ocağı’na uyum sağlaması kolay değil. Yapı olarak, zorluklara, engellere gelemeyen bir insanım. İmtihanın şiddeti arttıkça, maazallah insan intihar bile edebilir. Bir de; inşallah istikbalde ayrıntılı olarak yazacağım bir saldırı, hatta bir linç vakası var. Beyoğlu’nda yaşamış olduğum bu hadise, tam dokuz yıllık Beyoğlu hayatımın da nihayetlenmesine bir vesile teşkil etmiştir. İşte ondan sonradır ki, ikinci hayat diyebileceğim bir süreçte, Üsküdar ve “Genç Dergi” günlerim başladı. İşaret buyurduğum gibi, ayrıntılar inşallah ileride, bir hatıratta…

En sevdiğin şarkıcı kimdir?

Muazzam bir plâk koleksiyonuna saahibim. Pikabımı satın alalı beş yıl oldu ve bugün plâk dinlemekten her zamankinden daha çok keyif alıyorum; opera aryaları, eski müzikal parçaları, yetmişli yılların 45’lik pop müzik şarkılarını dinlerim. Yüze yakın kasetim var. Kaset ne de olsa, gençliğimizin vazgeçilmez bir müzik unsuruydu. Ondan kopmak zor. Bunun dışında, belli bir şarkıcı ismi veremem. Öğrencilik yıllarımızda, önümüze bir hatıra defteri uzatırlar, en sevdiğiniz üç şarkıcıyı sayın derlerdi. Biz de ya Michael Jackson yazardık, ya Madonna. En meşhur onlardı çünkü. İşte böyle birşeyler.

Arşivci olduğunu biliyoruz. Bu bir sevda mı?

Sevda değil, karasevda. Bekârsan ebeveyninle, evliysen hanımınla sorun yaşamana sebep olan bir karasevda. Bu işe çok para yatırdım. 10 senelik yazarlık hayatım müddetince, elime geçen her vesikayı arşivledim. Sayısız yazar ve yayıncıdan sayısız hediyeler aldım. 10 yıl boyunca fotoğraf çektim. Bunlar evde albümler dolusu durup duruyorlar. O resimlere hapsettiğim insanların bir kısmı vefat etti. Tabiatıyla, manaları da çoğaldı. Uzatmayayım, bugün parayla, hiçbir değer ölçüsüyle satın alınamayacak bir arşiv ve koleksiyona sahibim. Bilhassa, Osmanlı, Tiyatro ve Üsküdar arşivim çok iddialıdır. İşin hazin yanı, bütün bu arşivi tetkik etmeye ömrüm yetmeyebilir.

Şiir yazdığını öğrendik eski zamanlarda? Devam ediyor mu?

Son şiirimi (daha doğrusu şiirimsimi, o şiir sandığım şeyi) 2003 senesinde yazdım. Şiirle başladım ama meğer aslında ben bir yazar olacakmışım. Şiir sadece düzyazıya bir hazırlık safhasıymış benim için. Pek çok meşhur yazarın hikâyesi de böyledir. Öte yandan, Kadir Aydemir’ler, İbrahim Tenekeci’ler şiire emek verdikleri için o sahada belli bir isim yaptılar. Bense şiiri tamamen terk ettim. Ama şiir diline yatkınlığım te’lif ve çeviri eserlerimin, dergi yazılarımın beğenilmesine vesile olmuştur. Hemen hemen her metnimde şiirden faydalanmış, ilham almışımdır. 2004 senesinde yayınlanan “Geçmiş Zaman Olur ki” isimli şiir kitabımsa kendini yıllar evvel ispatlamış bir yazarın ilk eseri olarak, ve de evladiyelik bir eser olarak, bugünlere kadar ulaştı. Fakat o kitabın da uzun bir hikâyesi var ki, inşallah gelecekte bir hatıratımda ayrıntılayacağım.


Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.