Bir Uludere Daha!
Abdulaziz Karakuş / Genç Haber Merkezi
Dün sabah ajanslardan düşen görüntüler yüreğimizi dağladı. Askerleri taşıyan minibüs kaza yapmış, yuvarlandığı şarampolde can pazarı yaşanıyordu. Olayın yaşandığı mekan yabancı değildi. Son sekiz aydan beri dilimizden düşüremediğimiz, yaşanan acılarla adını dilimize ve yüreğimizin derinliklerine kazıtan Uludere’de yaşanmıştı olay.
28 Aralık 2011’in bir kış gecesinde aynen o gece gibi karanlık bir olay sonucu 34 kişi katledilmişti. Ölenlerin akrabaları olaydan sonraki ilk bayramlarını mezar başında geçirdiler. Bölge milletvekilleri de onlara eşlik edeceklerini duyurunca, bölgeye güvenlik amacıyla asker gönderildi. Uludere’ye giden sivil minibüslerden biri de o askerleri taşıyordu. 18 askerin içinde olduğu minibüs uzaktan bakınca bile insanı ürküten o dağlar arasında yoluna devam ederken, geçirdiği kaza sonucu şarampole yuvarlandı.
Kazanın haber değeri taşıyan bilgi kırıntılarını sizler de biliyorsunuz. Ben daha çok kazanın bize anlattığı insanî değerler üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
Dayanılacak Gibi Değildi
Ajanstan düşen ham görüntüleri izlemek gerçekten bir cesaret gerektiriyordu. Açtım, bir süre izledikten sonra köylülerin çığlıklarına dayanamadım, kulaklığı çıkararak izlemeye çalıştım… Dayanılacak gibi değildi, tüylerimin diken diken olduğunu söylersem durumun üzerimde yarattığı travmayı eksiksiz anlatmış olurum… Güçlükle izledim. Bölgenin dilini bilmem acımı daha da arttırdı. Birçoğunuza gürültüden başka bir anlam vermeyen o bağırışlar beni adeta dumura uğrattı.
Yazıya başlamadan önce o görüntüleri tekrar izledim. Sonra Uludere’de sekiz ay önce parçalanan “kaçakçıların” görüntülerini izledim. Cesaretimi toplayıp dikkatlice izledim. Köylülerin müdahalelerini, koşuşturmalarını ve annelerin ağıt yakışlarını hepsini dikkatlice izledim.
Bilinmeyen Bir Dilde
Gördüğüm manzara beni derin düşüncelere götürdü. Bu kişiler aynı kişilerdi. Sekiz ay önce yavrularının parçalanmış cesetlerini taşıyan köylüler, bugün de yavrularının vuruldukları topraklarda askerleri kurtarabilmek için koşturuyorlardı. Sekiz ay önce yavrularının katırlarla taşınan cesetleri üzerinde ağıtlar yakan anneler bugün de askerlerin kanlı bedenleri üzerinde “bilinmeyen bir dilde” ağıt yakıyorlardı.
O manzara aslında her şeyi anlatıyordu. Bilmiyorum, bir daha bizim üzerinde kalem oynatmamıza ihtiyaç var mı? Anne her yerde anne, acı her yerde acı, yürek her yerde aynı yürek… Doğulusu da batılısı da, Kürdü de Türkü de aynı olaya aynı tepkiyi veriyor, tabi insanlığı et ve kemik birleşiminden ibaret değilse….
Madem ruhlarda ve bedenlerde dahi bu kadar yek vücut oluyoruz, nedir bu ayrılık? Neden birbirimizi anlamaya çalışmıyoruz….
Abdulaziz Karakuş'ın Yazısı.