Park ve bahçeler yeşillendiriliyor, düzenli olarak sulanıyor, hakkını yememeliyiz. Ve hakkı yenmemeli insanın,  çimlere basabilmeliyiz. “Çimlere basmayın” uyarılı tabelalar komik olduğu kadar da acınası bir durum. Üzerine basamadığımız çim, çim değildir

asıl ki günler hızlıca geçiyor, arabalar günden güne daha da hızlanıyor, internetimizin hızı gün geçtikçe artıyor; insandan da alabildiğine  hızlanması, mekanikleşmesi bekleniyor hâliyle.

Şehir, insanı dışlayarak gelişiyor. Artık yollar, caddeler arabaların hizmetinde, onların işgali altında. İnsanın şehirde yaşama alanı ise minicik kaldırımlar. Arabalardan, tramvaylardan, koca apartmanlardan kendine yer bulup da hayata karışabilen insan, sanki  yeryüzünde yaşamıyor da yer altında yaşıyor. Zira gökyüzünü görebilmek için kafamızı iyice geriye atmamız, balkonların, çanak antenlerin ve tabelaların ardında kalan bulutlara ıskalamadan bakmamız gerekiyor. Gökyüzüyle teması kesilen insan için caddeler  ve sokaklar bir yer altı tüneli gibi. Uydular ve antenler şehrin böğrüne saplanmış binlerce bıçak misali, balkonlardan ve çatılardan  bizim yerimize gökyüzünün tadını çıkarıyor. Akşamları ve sabahları oluşan yoğun trafik, her gün usanmadan şehrin damarlarını tıkıyor ve yüzlerce yıldır insanoğlu binlerce icat yaptığı hâlde bu sorunu halledemiyor. Trafik sanki Allah’ın âdemoğluna verdiği bir acziyet  belgesi.

Belediyeler artık mevsiminde rengârenk laleler dikiyorlar, renk renk, şeker gibi, bayram cümbüşü gibi laleler... İstanbul Büyükşehir  Belediyesi mesela, Vatan Caddesi’ne lale dikmeyi pek seviyor. Arabaların çokça geçtiği iki cadde arasına dikilen bu lalelerin  seyircisi elbette yine arabalar. Gelip geçen sürücüler anlık olarak görsünler, kırmızı ışığa denk gelince uzun uzun seyretsinler diye yapıyorlar sanki bunu. Ama kimse dokunmasın çiçeklere, ellemesin, koklamasın istiyorlar. Dokunamadığımız, tadamadığımız bir  şehrin misafiri gibiyiz, sinema seyreder gibi seyrediyoruz sadece.

Öyle oluyor ki, bir insan doğumundan ölümüne kadar toprağa çıplak ayakla basmıyor neredeyse. İnsanlar beton evlerinden çıkıp  metal arabalarına binip beton ofislerine/işyerlerine geliyorlar. Gelir düzeyi belli bir seviyenin üstünde  olan insanın yer beton olsa  dahi yeryüzüne ayak basması o kadar nadir ki. Beton evlerde doğup metal arabalarda seyahat edip yine beton evlerde ölüyor  insanoğlu. Betondan bir hayat yaşayan insanın toprağa, çimene basması, biraz olsun onlara temas edip dokunması neredeyse bir  fantezi. Çimlerin üzerine uzanmış insanları filmlerde görebiliyoruz artık.

Park ve bahçeler yeşillendiriliyor elbette, düzenli olarak sulanıyor, hakkını yememeliyiz. Ve hakkı yenmemeli insanın, çimlere  basabilmeliyiz. “Çimlere basmayın” uyarılı tabelalar komik olduğu kadar da acınası bir durum. Üzerine basamadığımız çim, çim  değildir! Belediyenin serpiştirdiği çimler sadece bir dekor, bir süs. Bazı yerleri yeşile boyamak yerine çime bulamışlar sanki.  Zamanla alışmış insanlar buna, üzerine basmaya korkuyor birçoğu, dokunulmayacak basılmayacak bir şey sanıyor. Nerede bir çim  görsem, çimenlik görsem, merhametle dalarım içine. O yüzden biliyorum ki birçok yerde, özellikle daha lüks semtlerde, çimlere basıyorsanız, insanlar ya sizi uyarırlar ya da nefretle bakarlar. Onlar için bu sahte görüntü yeterlidir. Onlar için orada asılı duran tabela  çiğnenmemesi gereken kutsal bir metin gibidir.  

Şehir, insanı zamanla kovuyor, konaklasınlar, biraz olsun soluklansınlar istemiyor nedense. Her şey hızlıca yaşayıp geçmek üzere  kurgulanmış. Parklar ve bahçeler bunun kanıtı. Gülhane Parkı’nın eski hâlini hatırlayanlar bilir: Önceleri peyzaj bu kadar güzel  olmasa da, yerlerdeki taşlar süslü boyalı olmasa da aileler oraya gelir şehrin ortasında ormanın, bahçenin tadını alabilmenin zevkini yaşarlardı. Masalı oturaklar vardı mesela, çayını kahvaltısını alan koşar, hele hafta sonları insanla dolup taşardı. Ağaçların gölgesine  uzanabilmenin, orada gün boyu olabilmenin, o eski şenliğin tadından mahrumuz şimdi.

Artık Gülhane sevgililerin mekânı... Güzel çimleriyle, taş döşeli yollarıyla, âşıkların doldurduğu banklarla fazlaca durmadan hızlıca gelip geçilecek bir yer artık.  Ortasında masa bulunan karşılıklı banklar en son Yavuz Selim Camii avlusunda vardı, dört yıllık restorasyonun ardından nihayet  oradakileri de kaldırmışlar. Oturmamızı, termosları alıp çay içmemizi, kahvaltı yapmamızı, yemek yememizi istemedikleri belli… 

Kalemle çizilmiş gibi hiç de doğal olmayan peyzajlarıyla, uyarı levhalarının bulunduğu basılması yasak çim alanlarıyla, park ve bahçeler de artık insanı istemeyen ve dışlayan bir yer oldu. Şehrin merkezinde artık gidecek bir yerimiz kalmadı. Bundan sonraki  neslin en büyük korkusu öldükten sonra betona gömülmek olmalı.  


Abdullah Kibritçi 'ın Yazısı.