Mevlânâ Hazretleri, nefs-i emmârenin (kötülüğü emreden nefis), rûhâniyeti bertaraf edebilmek için ne gibi hilelere başvurduğunu, bizlere şu temsîlî hikâye ile nakleder. Bu hikâyede fare, nefs-i emmâreyi; kurbağa da rûhâniyeti temsil etmektedir.

“Hilekâr bir fare ile vefâkâr bir kurbağa, kaderleri îcâbı dere kıyısında tanıştılar, birbirlerine yakınlık duydular. Her ikisi de bu yakınlığın devamı için bir buluşma vakti kararlaştırdı. Böylece her sabah belirli bir yerde bir araya geliyor, birbirleriyle dertleşiyor, gönüllerini vesveselerden, üzüntülerden ve korkulardan gûyâ kurtarıyorlardı.

Bu buluşmadan ikisinin de gönlü ferahlıyor ve huzûra gark oluyordu. Birbirlerine hikâyeler anlatıyor, başlarından geçenleri naklediyor ve birbirlerini can kulağı ile dinliyorlardı. Onlar ağızsız, dilsiz konuşuyorlardı.

Kandırmada sanatkâr olan fare bir gün kurbağaya;

«–Ey herkese akıl veren, akıl ışığı olan dost!» dedi ve sözlerine şöyle devam etti:

«–İçim daralıp da sana bir sır söylemeye, dertleşmeye, senin fikrini almaya geldiğim zamanlarda sen hep suyun dibinde bulunuyorsun. Ben dere kıyısına geliyorum, bağırıyorum çağırıyorum; «Ey dost; neredesin?» diye haykırıyorum, fakat sesimi sana duyuramıyorum. Sen, deryâların içinde, sana muhtaç olanların feryâdını işitmiyorsun! Ey yiğit kurbağa! Seninle görüşmeye doyamıyorum; bu belirli zamanlar bana kâfî gelmiyor!» dedi ve bir müddet sükûta büründü.

Sonra devamla:

«–Ey aziz yâr, ey sevgili dost! Seni görmeden yapamıyorum, bir an bile duramıyorum. Gündüz gözümün nûru, kazancım, her şeyim sensin; geceleyin kararım, neşem, uykum, hayalim, rüyam hep sensin! Vakitli vakitsiz kerem eder, lûtuflarda bulunur, beni hatırlar, beni sevindirirsen bu senin çok iyi kalpli oluşundandır!» diyerek kurbağayı öven daha pek çok güzel söz söyledi. Sonra da kendi mânevî dünyasını ve hâlini anlatmaya başlayarak kurbağadan medet diledi:

«–Ey benim sevgilim! Sen gel de güzel huyunla benim gönlümü aydınlat! Çirkinliğimize, kötülüğümüze bakma; biz, dağ yılanı gibi zehirle doluyuz! Ben de çirkinim, bütün huylarım da çirkin!

Ey kardeşim! Ben toprağa mensubum, topraktanım; sen ise deryâların içindesin. Huzur kaynağısın. Merhamet padişahısın, lûtuflarda bulunansın, dilekleri yerine getirensin! Öyle lûtuflarda bulun, öyle ihsanlar et ki, vakitli vakitsiz huzuruna gelebileyim!

Ben dere kıyısında seni can u gönülden çağırıp durmadayım. Fakat bana merhamet edip cevap bile vermiyorsun! Benim suya dalmama imkân yok! Çünkü yaratılışım topraktan; ben topraktan yetişmiş gelmişim! Ya bir elçi gönder bana yardım et, ya bir belirti göster de sesimi sana duyursun!»

Sahtekâr bir dost olan fare, sonunda kurbağayı ikna etti ve nihayet şöyle bir karara vardılar: Bir uzun ip bulacaklar ve ipi çekince birbirlerine kavuşacaklardı.

Fare:

«–İpin bir ucunu seni çok seven bu kulun ayağına, öbür ucunu da senin ayağına bağlarız! Bu iple, iki ayrı beden olarak yaşayan sen ve ben, can bedenle nasıl birleşiyorsa öyle birbirimize karışalım, bir vücut olarak birleşelim! Zaten şu bedenimiz ile rûhumuz birbirine bağlanmış ipe benzer!» dedi.

Can kurbağası kendinden geçmiş, suyuna dalmış, o hoş mavi âlemde “beden faresi”nden kurtulmuş iken, fare dâimâ onu iple karaya doğru çekmeye çalışır. Bu çekişten de can kurbağası çok acılar duyar, pek ıztıraplar çeker!

Hâlbuki beyni kokmuş pis farenin bu çekmesi olmasaydı, kurbağa suyun içinde ne safâlar sürecek, ne zevkler edecekti!

«–Öyle yapalım; ipin bir ucu benim ayağıma bağlansın, öbür ucunu da sen kendi ayağına bağla!» dedi fare. «Böylece de bu kupkuru yeryüzünde ipi çekebileyim de, sen de derdimi anla, seni görmek istediğimi bil!»

Bu söz kurbağanın hoşuna gitmedi, fakat kabul etti. Lâkin içinden de:

«Bu pis fare beni nasıl bir tuzağa düşürecek acaba?!» diye düşünüyordu.

Farenin ise sevincine diyecek yoktu. Artık kurbağa ile buluşmak için o aşk ipinin ucunu çekmesi kâfî idi.

Kurbağa düşünceli olarak dereye dalarken fare neşeli neşeli toprak üstünde zıplıyor ve kendi kendine diyordu ki:

«Nasıl olsa ipin ucunu artık elime geçirmiş bulunuyorum! Ne zaman istersem onu görebileceğim…»

Derken, yem arayışına çıkmış olan aç ve hırçın bir karga ansızın süzülüp indi ve gâfil fareyi yakaladı.

Karga havalanınca, suyun derinliklerinde bulunan kurbağa da fareye bağlı olduğundan, sudan çıktı. Fare, artık karganın gagasında idi; kurbağa da ayağından fareye bağlı olduğundan, havada sallanıp duruyordu.

Bu hâli görenler; «Karga nasıl bir hileye başvurdu, nasıl bir kurnazlık etti de, suyun derinliklerinde yaşayan kurbağayı da avladı?» diyorlardı.

Havada asılı kalan kurbağa da diyordu ki:

«Rûhâniyet deryâsından uzakta kalıp da süflî kişilerle dost olanın hâli budur. Benim hâlim, nefsine mağlup olanlara bir ibret olsun!»”

Şu bir hakîkattir ki, terbiye edilmiş bir nefis, mahlûkât içerisinde insanı en mükerrem bir mevkîye yüceltebilirken, bunun aksine terbiye görmemiş ham bir nefis ise onu esfel-i sâfilîne düşürebilir. Yani nefis, ıslâh edildiğinde hayra; terbiye edilmediğinde ise şerre vesîle olabilen, âdeta iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.


Alican Tatlı'ın Yazısı.