Sezgül Karcıoğlu

Tarihi yarımadaya “İstanbul” der eskiler. Bayrampaşa Bayrampaşa’dır, Sarıyer Sarıyer, Beşiktaş ise Beşiktaş. Ama Fatih başkadır, Fatih İstanbul’dur onlar için. Eski İstanbul’un sınırları tarihi yarımadadan başlar. Tarihi yarımadayı okudukça, İstanbul içindeki İstanbul’da farklı keşifler yaşarsınız.

Fatih’ten Unkapanı’na doğru yol alırken, yaşadığınız bu küçük deneyim, İstanbul’un modernleşmesinin kısa ve özlü hikâyesi aslında. Zeyrek ve Süleymaniye’yi acımasızca ayıran o büyük bulvar üzerinde, sarnıçlar arasına dikilen, çok katlı yapılar, atıl durumda çeşmeler, şimdi izlerine rastlayamayacağımız mescitler. İki duraklık mesafedeki bulvarlaşma hikâyesi hüzünlü. Hikâye, 1930’lu yılların İstanbul Nazım İmar Planı’yla başlıyor. Bu planla katledilen meydanların, bir nebze nefes alabileceğimiz mekânların, bir anda büyük caddeler/caddeleri kesen geçitlerle süslenmesiyle devam ediyor.

Hikâyenin bir köşesinde, bulvar bitiminde, Unkapanı Köprüsü’nin Galata ayağında Mimar Sinan’ın Sokullu Mehmed Paşa Camisi’nin, hemen aşağısında da Saliha Sultan Çeşmesi konumlanmış. Mütevazı sokaklar yerine, araçların hükmettiği İstanbul’un bir köşesinde belki de hiç göz göze gelmediğimiz bu iki güzel eser, bitmeyen günlük telaşelerimize, koşuşturmacamıza her gün şahitlik etmekteler. Karaköy trafiğinde göz göze geliriz belki, ya da Taksim’e geçerken tepeden bakarız ikisine de.

Bizi ilk karşılayan Sokullu Mehmed Paşa Cami, Sinan’ın naif mimarlığının eseri, Altın Boynuz’a armağanı. Sokullu Mehmed Paşa Cami’nin tek minaresi diğer camilerden farklı olarak girişin solunda yer alıyor. Caminin son cemaat yeri de dört yanı kapalı teras üzerine yüksekçe oturtulmuş. Sinan’ın bunu yapma sebebi ise, caminin denize yakın olması. Sinan mimarisinin usta detaylarının görüldüğü camii, Unkapanı Azapkapı tarafında, aynı Saliha Sultan Çeşmesi’nin olduğu gibi, modernleşmenin müdahil olduğu bir geçiş aksında, köprü ve binalar tarafından çevrelenmiş, bakımsız durumda.

Diğer yanda Saliha Sultan Çeşmesi. Bir dönem su şırıltılarıyla hayat veren, hani küçük bir kızın testisi kırıldığı için önünde ağladığı, gözyaşlarının suya karıştığı mahzun çeşme. Çeşme yakınından geçerken, küçük kızın gözyaşlarını duyar gibi olur, hikâyeyi hatırlarsınız birden.

“IV. Mehmet"in eşi Rabia Gülnuş Valide Sultan, bir gün Azapkapı taraflarından geçerken, gözüne buradaki basit çeşmenin önünde ağlamakta olan küçük bir kız çocuğu çarpmış. Küçük kızı avutmak amacıyla eline biraz para sıkıştırmak istese de, çocuk kabul etmemiş. “Testim kırıldı, evime su götüremeyeceğim, ondan ağlarım” demiş. Sultan, Saliha adındaki bu kızın cevabından çok hoşlanmış, onu sarayına almış, yıllarca özenle büyütmüş. Yaşı gelince de oğlu II. Mustafa ile evlendirmiş.

Saliha kız, sultan olmuş, yıllar önce önünde testisinin kırıldığı o basit, küçük mahalle çeşmesinin yerine, mevkiine yaraşan büyük bir çeşme yapılmasını arzu etmiştir. Yıllar sonra da oğlu 1. Mahmut, Kayserili Mustafa Ağa’ya, Lale Devri üslubuna uygun, her yanı nefis taş işçiliğiyle süslü çeşme yaptırmıştır. Suyunu da Topuzlu Bendi’ne bağlı Taksim Suyu’ndan getirtmiştir.”

Ve O çeşme başında ağlayan küçük kız büyümüş, sultan olmuş, o ağladığı küçük çeşme yerine görkemli bir çeşme yaptırmıştır.

Bu güzel çeşme de, bizim İstanbul hikâyemizde, yerini sessizliğe bırakmıştır.


GENÇ'ın Yazısı.