Üzgün insan suretleri görünür oldu her tarafta. Görmeye alıştık artık endişe dolu bakışlarını kaldırım taşlarına sabitleyip hızlı adımlarla hareket eden; evine, işine veya okuluna yetişmeye çalışan insanları. Zihinlerini meşgul eden meseleler de çoğu zaman birbirine benzer olur: Geçim kavgası, gelecek endişesi veya daha fazlasına sahip olma gayesi.

Ömrü boyunca çalışır insan, didinir, hayallerine erişebilmek için gecesini gündüzüne katar. Emeklerinin karşılığını alır şöyle ya da böyle. Peki, sahip oldukları yeterli midir? Doğru cevabı vermek çok zor aslında, hatta bu soruya pekâlâ birden fazla cevap verilebilir.

Hep daha fazlasını arzu eder, sahip olduklarından daha fazlasını elde etmek, elinin altında tuttuklarıyla yetinmemek gibi bir hastalığı vardır. Gözü daima yükseklerdedir: müdürünün makamı, arkadaşının arabası, kardeşinin villası… Hedefi başkalarının sahip olduğu maddi imkânlara belki de o imkânlardan daha fazlasına erişmektir.

Kanaat etmek artık bir erdem değildir. Modern toplumun bireylerine göre daha fazlasına sahip olmak varken azla yetinmek aptallıktan öteye geçemez. Ona verilen nimetler, sahip olduğu ayrıcalıklar hiçbir zaman yeterli değildir. Neden? Çünkü her zaman daha iyisi vardır.

Hiç ölmeyecekmişçesine yaşarlar, sanki tahta kundaklarına kefenden başka bir dünya malı koyabileceklermiş gibi. Hayatın nasıl geçti sorusuna, gözümü açıp kapadım bu yaşımdayım cevabı verilir lakin hayatlarından geriye sadece bir göz kırpmalık vakit daha kaldığını idrak edemezler.

Vaat edilen sonsuz mutluluğun peşinden sonsuz mutluluğun peşinden koşmak yerine, geçici dünya hevesleri için sürünmek insanı nasıl daha mutlu edebilir? Yok olmaktan, unutulmaktan bu kadar çok ürperen bir varlığın ebediyet yerine sanal dünyanın sahte mutlulukların için kendini paralaması ne kadar mantıklı?

Video oyunları bahsi geçen konu için çok uygun bir örnek aslında. Ekran karşısında saatlerini harcayıp, oyunda kontrol ettiği karakterine yeni yetenekler, yeni özellikler eklemesi gerçek hayatta nasıl hiçbir şey ifade etmiyor, herhangi bir kazanım sağlamıyorsa, yaşadığımız dünyanın da arzulanan gerçek mutluluk için hiçbir getirisi yoktur.

Dünyadaki yaşamını güzelleştirmek, iyi imkânlara sahip olmak bir gerekliliktir, ancak geçici olanaklar için hırslanmak beyhude hevesten başka bir şekilde tanımlanamaz. Modernize edilmiş hayatlarımızın bize dayattığı gerçekleri eskilerden bize miras kalan “İnsanın gözünü ancak bir avuç toprak doyurur” sözü çok iyi tanımlıyor.

Bu sözün hikayesi ise bize dünya malı için nasıl hırslandığımızı anlatıyor :

“Halinden yoksul olduğu anlaşılan bir adam, deniz kenarında oltayla balık tutuyordu. Tevafuken oradan geçmekte olan ülkenin padişahı bu gariban adamla ilgilendi ve ona, “Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca altın vereceğim” dedi. Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir kemik takıldı. Hükümdar balıkçıya, “Ne yapalım, rızkın bu kadar, oltana ağır bir şey takılmadı” diyerek alıp sarayına götürdü.

Saraya varınca adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın vermelerini emretti Kemiği terazinin kefesine koydular, öbür kefesine de altın koymaya başladılar. Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları koydular ama kemik yerinden oynamıyordu. Görünüşte dört beş altını zor tartar göründüğü halde, tahminlerin on misli üzerinde altın koydular kemik bana mısın demedi. Altını doldurmaya devam ettiler, terazinin kefesi doldu taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamıyordu. Bunda bir sır olduğunu anladılar. Bir bilgeyi çağırıp bu sırrın ne olduğunu sordular. Bilge kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra şu açıklamada bulundu:

“Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur. Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine yerinden oynamaz. Çünkü doymaz. Ama bir avuç toprak bunu doyurur.”

Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi."


Cantürk Genç'ın Yazısı.