Mehmet Emin Gül / Genç Haber Merkezi / @mehmetemingul

Ülkemizde yazarlık, üniversitede eğitimini alamayacağınız bir meslek. Hatta hiçbir eğitim kurumunda eğitimini alamayacağınız bir meslek. Tabi, (haşa) “yaratıcı” sıfatı atfedilen yazarlık kurslarını saymazsak… Bana sorarsanız yazarlıkta size yol gösterecek olan büyük ustaların eserleridir. Yazmak istediğiniz türün size göre en başarılı temsilcisinin eserleri, sizin yazdıklarınızı karşılaştırabileceğiniz en güzel kıstaslardır. Tabi bir de büyük ustaların satır aralarında verdikleri tüyolar var. Sözü fazla uzatmadan sizleri Nurullah Ataç’dan tüyolar ve eleştirilerle baş başa bırakıyorum:

Gençler Özenmiyor!

Genç yazarlarımızın çoğu özen düzen düşünmeksizin, kalemlerinin ucuna nasıl gelirse öylece yazıverip gidiyorlar. Başka türlü söyleseler dediklerinin daha iyi anlaşılacağını, belki daha güzel, daha çekici olabileceğini, şu yahut bu sözü yerinde kullanamadıklarını gösterdiniz mi: “Adam sen de!” der gibi bir bakışları var… Yazdıklarını önemli bulmuyorlar, bir günde unutulup geçeceğini biliyorlar da onun için mi özenmiyorlar? Onun için mi baştan savma ile yetiniyorlar? Hayır, hemen hepsi en büyük sorunlarla uğraştıklarına, o sorunları çözümleyecek doğruları bildiklerine kanmışlar, kendi kendilerini kandırmışlar. İçleri inan dolu o gençlerin: tuttukları yolun bütün bir ülkeyi, ondan da öte, kişioğlunu kurtaracağına inanıyorlar, kendi değerlerinin üstünlüğüne inanıyorlar, yazdıklarının yarın bir ”muştu” diye okunacağına inanıyorlar. Getirdikleri, yaymak istedikleri doğruların yüceliği yanında biçim güzelliği, deyişin akıcılığı, bir sözün yerinde kullanılması nedir ki? Öyle küçük şeylere bakar mı, öyle küçük şeyler üzerinde durur mu hiç onlar? İnanları, yazdıklarına özen göstermelerine engel oluyor, inanları onları yitiriyor.

İnanmasınlar, yalnız sanatlarını düşünüp onu düşünsünler demiyorum. Bir yazarda, bir şairde, sanat, güzellik kaygısından başka düşünceler bulunması gerekli olduğunu unutmuyorum. Şairin, yazarın, doğruluğuna inandığı düşünceleri, duyguları olmazsa yaratacağı güzel kalıplara ne koyacak, ne dökecek? Güzellik bir başına gözükmez, başka bir şeyin giyimi kuşamı olarak ortaya çıkar. Ama güzellik de aranmalıdır. En büyük doğrular ancak güzel bir kalıba büründükten sonra yayılabilmişlerdir.

Gençlere ille güzelliği aramalarını da öğütlemek istemiyorum. Güzellik çok su götürür. Güzel diye çıkardıkları, bakarsınız, çabucak çirkin diye görünüverir… Peki, ille güzellik arkasından koşmasınlar, doğrudur diye bildiklerini söylesinler; ama sözlerin değerini, anlamını düşünerek, okuyanın da hemen anlamasını sağlamaya çalışarak, sıkmaktan kaçınarak söylesinler. Bilsinler ki doğruyu içimizde duymamız yetmez, onu bozmadan belirtecek kalıbı bulmak gerektir.

Yeni Nesil Okuru

Yazarlarımız biçim kaygısını duymuyorlar da okurlarımız duyuyorlar mı? Onlar da duymuyor. Okuduklarından bir şey anlamak değil, onda bir şeyler sezmek istiyorlar. Onların da bir takım inanları var; eserini okudukları yazarın kendi inanlarını paylaştığını bilirlerse yetiyor onlara, başka bir şey aramıyorlar: yazarın söylemek isteyip de söyleyemediği ne varsa hepsini, belki daha çoğunu eserinde buluyorlar. Günümüzün okurları anlamak, öğrenmek, önlerine konulan düşünceler üzerinde tartışmaya girmek için okumuyorlar; ellerine aldıkları dergide, betikte kendilerinde bulunan düşünceleri, duyguları arıyorlar. Bunun için de soruyorlar: “Bu yazar ne yandadır?” Kendi bulundukları yandan ise güvenle, beğeneceklerini önceden bilerek okuyorlar; kendi bulundukları yandan değilse yazısına bakmıyorlar bile…

Biz bir düşünce çağında değil, bir duyguculuk çağındayız. Bir takım toplum sorunlarına dokundukları söylenilen yazıları “Ekmekçi Kadın’ı, Sergüzeşt’i, Simone ile Marie’yi, Henry Bataille’ın oyunlarını okur gibi okuyoruz: onlarda kendi duygularımızı, birer düşünce sandığımız duygularımızı “okşayacak” sözler arıyoruz. Dün sevgi hikayelerinden, bir öksüzün türlü sıkıntılar çektikten sonra bir zenginin oğlunca sevilip, parlak konaklara girmesini anlatan romanlardan hoşlanırdık; çünkü duygu bir tel gibidir, o hikayeler, o romanlar bizim içimizdeki sevme teline, acıma teline dokunur, o telleri artık uzun uzun inletirdi. Bugün de içimizde başka türlü teller var; ama onlar da düşünce değil, ancak birer duygu. Birer düşünce olsalar bir tel gibi dokunur dokunmaz inlemeye başlamazlardı, kendilerini besleyecek azığı anlaşılacak şeylerden ararlardı. Okurlarımızla yazarlarımız birbirlerini bulmuşlar, daha ne istiyoruz?..

Not: İlgili deneme Nurullah Ataç’ın Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan “Karalama Defteri-Ararken” kitabından alıntıdır.


Mehmet Emin Gül'ın Yazısı.