Karmakarışık bir evrende yaşıyoruz. Her şeyi tartabilecek, ölçecek, kontrol edecek ve izleyecek ne yeterli aklımız var, ne kudretimiz. Sanki her şey tekdüze olağan kontrol edilemezliğiyle hareket ediyor. Himayesindeki birkaç kişiyi yönetemeyen insanlara gına gelirken, başıboş (!) kâinat içerisinde milyarlar memur dolaşıyor. Maymun (!) gözünü de yumsa, ağzını da zincirlese, kulağını da kapasa, bir emir lâzımdır, milyarlar yıl devam eden düzenin işlemesine... İşte bu “Kun feyekun” (Ol der, oluverir) ile “İkra”nın (Oku!) hikayesidir aslında... Ol ki, okunsun...

‘’Maddenin üç hali vardır’’ cümlesinin sonunda parantezi unutan yazarlara, parantez açmak gerekir (hele bir hali var ki kâinatı ihya eder, zifiri karanlıkta bırakmaz: Bilgi). DNA’mızda bir tane bile harf yoktur; hepsi sadece birkaç atomdan başka bir şey değildir. Çiçekler, tohumlar içerisinde ‘’Körler İnşaat Şirketinin’’ yaptığı milyonlarca binalardan örneklerdir. Fakat, sanat eserlerine duyulan hayranlıkla yapılan alkış ve tebrik, şirkette çalışan hademelere değil; böyle narin binaların imar planını elinde tutan Mimar’a aittir. Tuttuğumuz, kokladığımız ve gördüğümüz (zannettiğimiz(!)) beynimizde oluşan bilgidir sadece.

Bilimin Cenazesi ve Kara Delik Kabristanı...

Teleskoplarını gökyüzüne çeviren uzay bilimcilerinin umudu bir tutam ışık içerisindeki bilgidir. Işığın veya bir farklılaşmanın olmadığı yerde bilgiden söz etmemiz mümkün değildir. Yoksa anlayabilir miydik, on milyar ışık yılı genişliğindeki evreni? İnsanlar yaptıkları bilimle her şeyi açıklayabileceklerini sanırlar. Oysa kara deliklere baktıklarında, ‘’her canlı (varlık) ölümü tadacaktır’’ emrinin belki en mutlak haliyle karşılaşırlar. Çünkü bilginin kaynağı ışık bile kara deliğin yanında bir ayağı çukurda -sekerat halinde- kaçamaz bilinmeyen (!) tabutundan. Bu nedenle bilim, her zaman izlediğimiz şartlarda gerçekleşen ufak farklılıkların sebep olduğu sonuçların kaydedildiği bir ‘’fark ediştir’’ aslında...

Konuşurken seslerimizi birbirimize duyuran, ciğerlerimize dolup oksijen olan, çiçeklerin en karmaşık cihazlarında ‘’ev sahibiymiş gibi’’ kolaylıkla gezen ve her gün telefonlarımızda iletişimimizi sağlayan, havada dolaşan küçük zerreciklerden başka kimse değildir. World Wide Web (www), bilgi örümceğinin dünyayı ağlarla kapladığını anlatır sadece. Ancak ‘’Bilgi’’ tacını, o hiçbir gözü olmayan, akledemeyen ve iradesi de olmayan zerrecikler değil; onları çekip çeviren, her şeyin en gizlisini dahi bilen Bir Zat takabilir. İşte bilginin yolculuğu tam bu noktada başlar. Big Bang (büyük patlama), sonsuz küçüklükteki ve kütledeki bir noktanın patlamasını anlatan bir tanım değil; onun içerisinde saklı olan bilginin ‘’ol’’ haline dönüşmesini açıklar... Tâ ki sanatlar, Sanatkârını kendi diliyle tanısın, sevsin ve zikretsin diye...

İnformasyon (Bilgi-Bilinç) Teorisi...

Bilim insanları ressam olabildiğinde Nobel’e layık görülür. Geniş bir pencereden bakabilenlerin yaptıkları keşifler, tuval üzerine çizilen resimlerden farksızdır. Detaylar tefekkür edilmelidir ancak gezegenleri tesbih taneleri gibi saymak, yüksekten bakıp derinlere dalmak, ulaşılması gereken asıl noktadır. Tabi,’’imame’’ unutulmadan...

Ancak yine uzak diyarlara gidip ‘’fikir sergilerini’’ gezmeye mecbur oluyoruz! Tom Steiner, yıllar önce yayımladığı kitabında (Information and The Internal Structure of the Universe- İnformasyon ve Evrenin İç Yapısı, 1990) sanki kendi elimizdeki tesbih tanelerinin şakırtısını dinletiyor... Evrende en küçük zerreye foton yani bir ışık taneciği denmiştir. Steiner, bu ifadeye bilgiyi de katıp kâinattaki en küçük taneciğin dahi bir bilgi (foton ve informasyanonun birleşimini sembolize eden ‘’infon’’) taşıdığını açıklamaya çalışmıştır. (Sonsuz Uzaylar, Taşkın Tuna, 113-115. sayfalar) İşte bu tanım, kara delikten kaçamayan ışığın cenazesine neden bilim insanlarını davet edemediğini en güzel şekilde açıklar. Işık yoksa bilgi de yoktur çünkü...

‘’Varlık’’ biletini henüz (!) ücret ödemeden alıp, sergi salonuna daldığımız vakit üzerindeyiz şimdi. Bu kâinatta esnemeye mahal verilmez. Ağzımızı kapatmadığımızda bilginin doluştuğu bir evrende yaşıyoruz. Resimlere bakıp da uyuklamamalı; aksine her bilgi kırıntısından bilim duvarını aşıp berideki sarayı görmek lazım gelir...


Cihan Taştan'ın Yazısı.