Bir deli kuyuya taş attı, ortalığı kan götürüyor, çünkü biz ne kendimizi ne dinimizi ne de Peygamberimizi tanıyoruz. Alnımıza yazılmış büyük olmak davası sadece tarihin, coğrafyanın ve siyasetin gereği değil; bizatihi insan olmamızın bir gereğidir. O’nun vekili isek dünyanın gidişatından sorumluyuz. Deliler de, taşlar da, kuyular da bizden sorulacak.

Bir deli kuyuya taş attı, ortalığı kan götürüyor. Aslında kuyuya taş atanlar deli değil. Neyi niye yaptıklarını biliyorlar. Hangi taşı nereye atarlarsa nasıl bir ses gelecek, bunu çalışmışlar. Dünyanın ipleri ellerinde, sosyal mühendislikle bizi, bizle dalga geçerek idare ediyorlar. Hangi manevrayı yaparlarsa hangi sonucu alacaklarını gayet iyi biliyorlar. Köşeye sıkıştırıp tepkici yapmak ve mazlumu oynatmaktan başka çare bırakmıyorlar. Bu “biz” denen topluluğun aslında “kitle” denen modern zaman topluluğundan çok farkı olmadığını gösteriyor. Ümmet ile kitle arasında olması gereken teorik fark neden pratiğe yansımıyor? Neden biz tam da tersini iddia ettiğimiz halde modern zaman insanlarından ayrışamıyoruz? Propaganda ve psikolojik savaş bizi neden bu kadar etkisi altına alıyor? Çünkü biz ne kendimizi ne dinimizi ne de Peygamberimizi tanıyoruz.

Kendimizi tanımıyoruz, çünkü tarihin, insani tecrübenin ve ilahi mirasın buluştuğu şu mutena coğrafyada nereden gelip nereye gittiğimize dair o sarsıcı gerçeği pratik hayatımızın merkezine oturtamamışız. Zaten başımızda ne kadar bela, üzerimizde ne kadar oyun ve etrafımızda ne kadar hainlik varsa tam da bu gerçeği anlamamıza mani olmak için, bunu fark edemiyoruz. Biz bunu ve kendimizdeki kıymeti fark ettiğimiz gün yukarıdaki çark çatırdayacak ve tarih yeniden yazılmaya başlayacak. Bunun emareleri oradan buradan sökün etmeye başladığı içindir ki fesat şebekelerinin faaliyetleri hız kazandı. Onlar zaten çalışırlar, hiç boş durmazlar; bu hep böyle olmuştur, bundan sonra da farklı olmayacak. Bu böyle olacaksa bizim kendimizi, tarihimizi ve vazifemizi idrak edişimiz de hız kazanmalı… Ne kadar basit, sığ ve küçük kalmaya çalışsak da adımızın yanına yazılmış bir büyüklük var. Bizi hasretle bekleyenler var. Kendimizi ne kadar sefil, küçük ve bayağı görsek de rüyalarında bizleri görenleri acilen fark etmeliyiz. Ya vazifemizi hatırlayıp tarihi yeniden yazacağız ya da unutmayı tercih edip tarihin çöplüğüne atılacağız. Önemliyiz, kendimizi önemsiz addedemeyiz; boşa geçirdiğimiz her vakit ümmetin geleceğinden çalınmış, dolayısıyla hesabı zor verilecek kıymeti haizdir.

Dinimizi tanımıyoruz, çünkü bizi yekdiğerine benzemeyen eşsiz varlıklar olarak yaratan Rabbimiz bu din vasıtası ile eşsizliğimizi öte tarafa taşımamızı sağlayacak bir ufuk gösterdi. O ufuk kendisinin vekili olma ufkudur. Halifelik dediğimiz bu ufkun işaret ettiği anlam dünyası, bize, bu dünyanın her işi, her gidişi ve her oluşunda müdahale hakkı ve sorumluluğu yüklüyor. İslam dairesi içinde olmak dünyaya bu hak ve vazife –ki teknik adı “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker”dir- çerçevesinde bakmak anlamına geliyor. Biz dinimizi dünyamızın sınırları içerisinden değerlendirdiğimiz günden bu yana, dünyamızı dinimizin sınırları içerisinde düzene sokacak bu imkândan mahrum kaldık. Ya bu imkânı hatırlayıp herkesi mecalsiz tüketicilere dönüştüren bu düzene çekidüzen vereceğiz ya da cari düzenin köle ve cariyeleri olmak gibi bir zilletle yaşamaya devam edeceğiz. İnsan olmak, bu dinin mensubu olmak vekillik kuşağını bağlamak demektir. Bunu idrakten kaçmak sadece dünyadaki duruşumuzu değil ötedeki yerimizi de menfi etkileyecek.

Peygamber Efendimizi tanımıyoruz, çünkü O’nun’la ilgili öğrendiklerimiz, hissettiklerimiz, tecrübe ettiklerimiz her zerremizde hissettiğimiz, tadını tattığımız, o tat ile bakışımızın, dokunuşumuzun, söyleyişimizin ve ayağa kalkışımızın değiştiği, başkalaştığı, diğerlerine tat verdiği bir şey olmadı. Niçin olmadı? Çünkü işittiğimizi ve öğrendiğimizi bir ihtiyaç olarak hissetmedik. O’nun sadra şifa, gönle gıda, kalbe deva hakikatleri bizim için, uçurum kenarındaki bir insanın can havliyle tutunduğu bir ağaç dalı gibi olmalıydı, çünkü tam da öyleydi. Bunu hissetmedik; hissetmeyince yönelmedik. Yönelmeyince öğrenemedik. Öğrenemeyince ne O’nun kendimize örnek alarak hayatımıza hayat kıldık, ne de O’nun örnekliği ile başkalarının hayatına hayat olduk. O yüzden O’nu sadece bilmek ve öğrenmek yetmez, bunu artık fark etmeliyiz; O’nun kalbimizdeki yerine her geçen gün artan bir ivme ile irtifa kaydettirmek yeni hedefimiz olmalı…

Bir deli kuyuya taş attı, ortalığı kan götürüyor, çünkü biz ne kendimizi ne dinimizi ne de Peygamberimizi tanıyoruz. Alnımıza yazılmış büyük olmak davası sadece tarihin, coğrafyanın ve siyasetin gereği değil; bizatihi insan olmamızın bir gereğidir. O’nun vekili isek dünyanın gidişatından sorumluyuz. Deliler de, taşlar da, kuyular da bizden sorulacak.


Mehmet Köprülü'ın Yazısı.