Haram beldenin İstanbul`daki kardeşi Harem`den, tılsımlı bir Surre alayı gibi yola revân olmak... Yol üzerinde Konya`ya uğramak, Mevlânâ`yı, Şems`i ziyaret etmek... Oradan Urfa`ya uzanmak, Halil Rahman Camii`nde elleri göğe açmak... Haleb`in baharat kokulu labirent çarşılarından geçerek, yol üzerinde, Maarra`da Ömer b. Abdülaziz`in mütevazı kabrinde birkaç damla gözyaşı dökmek...

"Stratejik düşünmek" kavramını ilk defa, 2003 yılındaki Irak saldırısı sırasında duyduğumu hatırlıyorum. "Irak`ta mutlaka yer almamız gerekiyor"du. Bunu savunanlar, ısrarla, Türk askerinin Irak`a gitmesini istiyorlar, bu düşüncelerini de "Stratejik düşünmek" olarak açıklıyorlardı. Asker göndermeye karşı olanlar da "Stratejik düşünceden yoksun"dular.

Sonra sonra, aslında stratejik düşünmek ile pragmatist düşünmek arasında hiçbir fark olmadığı ortaya çıktı. Dünya siyasetinde, Ortadoğu (yani biz!) denildiğinde strateji kelimesinin "Petrol" anlamı baskındı çünkü. Dolayısıyla "stratejik düşünme" de, kaçınılmaz olarak, "pastadan pay almak"la özdeş bir kavramdı.

En az stratejik düşünme kadar ^stratejik` bir diğer kavramı da şimdilerde duyuyoruz: "Türkiye`nin emperyal veraseti ve tarih önündeki büyük sorumluluğu". O da İsrail`in Lübnan saldırısından sonra, asker gönderme bağlamındaki tartışmalarda karşımıza çıkıyor. Söylenen şu: "Türkiye, tarihi misyonu icabı, Lübnan`a gitmek ve orada barışın korunmasına yardım etmek zorundadır." Sonra da laf, buradan, Osmanlı İmparatorluğu`na, bölgeye bir zamanlar hâkim oluşumuza, Arap halklarına *abilik` edişimize vs. gelip dayanıyor.

Türkiye bölgede elbette yerini almalıdır. Fakat düşmanca saldırıları cılız protestolarla seyrettikten sonra, parsayı toplamak (stratejik düşünmek!) için gidenlerle aynı safta bulunarak değil!

"Türkiye, tarihi misyonuna uygun davranmalı ve bölgede yerini almalıdır" diyenler, acaba Ortadoğu`da nasıl xyer` alınabileceği konusunda da fikir yürütüyorlar mı? Bugün Irak`ta bulunan Amerika ve İngiltere`nin Ortadoğu`da gerçekten Ver7 aldığını mı zannediyorlar yoksa?

Ortadoğu`ya bir şekilde (kan, gözyaşı, baskı, işkence, işgal) gelip yerleşmekten değil, hem toprak üzerinde, hem de insanların gönüllerinde Nyer almak`tan bahsediyorum. Eğer Osmanlı`dan kalma bir misyondan ve bir ^emperyal veraset`ten söz edeceksek, Türkiye`nin öncelemesi gereken bu değil mi?

Bence, Ortadoğu`da yer almak isteyen bir Türkiye, Arap ülkelerine ve Araplara bakışla ilgili önyargıları kırmak için çalışmalı. Arap ülkeleriyle iletişimini kuvvetlendirmek için uğraşmalı. Köprüler kurmalı. Siyasetin kirli çarklarından öteye geçen köklü adımlar atmalı. Bunun için de, en basitinden, hacca karayoluyla gidilebilmesini temin etmelidir.

Düşünsenize:

İstanbul`dan dualarla yola çıkmak... Mescid-i Haram`a iletmek üzere Süleymaniye`nin, Sultanahmet`in, Yavuz Selim`in emanet selamlarını heybeye koymak... Haram beldenin İstanbul`daki kardeşi Harem`den, tılsımlı bir Surre alayı gibi yola revân olmak... Yol üzerinde Konya`ya uğramak, Mevlânâ`yı, Şems`i ziyaret etmek... Oradan Urfa`ya uzanmak, Halil Rahman Camii`nde elleri göğe açmak... Haleb`in baharat kokulu labirent çarşılarından geçerek, yol üzerinde, Maarra`da Ömer b. Abdülaziz`in mütevazı kabrinde birkaç damla gözyaşı dökmek... Humus`ta Halid b. Velid`in makamında canını dinlendirmek... Dünya üzerindeki şehirlerin en güzellerinden Şâm-ı Şerîf`te, hac öncesi son büyük manevî duraklardan birinde durmak... Salahaddîn Eyyûbî`yi, Bilâl-i Habeşî`yi, Hafsa Validemizi, Ebû Hureyre`yi anmak... Oradan Nevâ kasabasına geçip, İmam Nevevî`nin kabrinden çıkarak göğe uzanan ulu çınarın dibinde dua etmek... Ürdün`de Mute savaşının hatıralarını yâd etmek... Abdullah b. Revaha`nın, Cafer Tayyar`ın, Zeyd b. Harise`nin mezarlarını görmek...

Düşünsenize, böyle çıkılan, böyle gidilen ve Hicaz`ın manevî havasını ciğerlere doldurmuş olarak dönülen bir hac yolculuğu, insana ne kadar yeter! Ne önyargılar kırılır, ne kardeşlikler tesis edilir, ne tuzaklar bozulur...

Acaba Türk siyasetini yönlendirenler ve dış siyasetin Ortadoğu ayağına ehemmiyet verenler, karayoluyla hacca imkân sağlamanın, sayısız faydaları yanında, o dillerden düşmeyen "Osmanlı misyonu"nun ihyasına da imkân sağlamak demek olacağının farkındalar mı? Dahası, böyle bir dertleri var mı?

Az önce "en basitinden" dedim ama bu konu, asla lafla geçiştirilecek küçük bir ayrıntı değil. Şu anda dünya siyasetinde yer almak isteyen, Ortadoğu`daki kan ve gözyaşını dindirmek rolüne soyunan, büyük devletlere arabuluculuk teklif eden Türkiye`nin vatandaşları, karayoluyla hacca gidemiyor! Hangi emperyal vesaret`ten, hangi misyondan, hangi arabuluculuktan, hangi `süreçte yer almak`tan bahsediyoruz?

Hac yolu üzerinde herhangi bir savaş ya da asayiş tehlikesi bulunmadığı halde, neden karayoluyla hacca gidemiyoruz? Engel ne? Problem nerede?

Türkiye`den karayoluyla hacca gitmek isteyen biri, Suriye ve Ürdün`den geçmek zorunda. (Savaş durumu nedeniyle Irak`ı -şimdilik- değerlendirme dışı tutuyorum.) Suriye ile aramız "son derece iyi" olduğuna göre, pürüz çıkaran kim? Ürdün mü? Ürdün`ün eti-budu ne ki?

Türkiye en son karayoluyla haccı serbest bırakmayı, 2002 yılında denedi. Zamanın Dışişleri Bakanlığı, Ocak ayında, güvenliği gerekçe göstererek karara itiraz etti ve o zamanki Bakanlıklar arası Hac Kurulu`nun, kararı iptal etmesine yol açtı. O günden beri, karayoluyla hac imkânımız yok.

Tespit edebildiğim kadarıyla, bu coğrafyanın başka hiçbir ülkesinde, böyle bir kısıtlama bulunmuyor. Arap-Acem herkes, denizyoluyla, kendi aracıyla, otobüs kafileleriyle haclarını eda ediyorlar. Mesela Mısırlılar, dilerlerse Süveyş ve Sina üzerinden Akabe yoluyla, dilerlerse Safaca limanından Kızıldeniz yoluyla serbestçe hacca gidiyorlar. Suriye`den hacca gitmek, benzin fiyatlarının ucuzluğu nedeniyle 400 dolar civarında bir masrafı gerektiriyor sadece. Ürdün, Yemen, Körfez Emirlikleri, Irak, zaten Suudi Arabistan`ın sınır komşusu. En geride, en dışarıda, en zorda, en sıkıntıda biz varız.

Acaba Türk siyasetini yönlendirenler ve dış siyasetin Ortadoğu ayağına ehemmiyet verenler, karayoluyla hacca imkân sağlamanın, sayısız faydaları yanında, o dillerden düşmeyen "Osmanlı misyonu"nun ihyasına da imkân sağlamak demek olacağının farkındalar mı? Dahası, böyle bir dertleri var mı?


Taha Kılınç'ın Yazısı.