Efendim; “Yaratan`dan ötürü yaratılana şefkat ve merhamet”i âdeta bir hayat düstûru hâline getirmiş olan ecdâdımızın, bu düstura riâyetleri hangi seviyedeydi? Bunu birkaç misâlle îzah eder misiniz?

Cenâb-ı Hak, yarattığı bütün mahlûkâtı insanın emrine vermiş ve yine insana zimmetleyerek ona emânet etmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtuf olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13) buyrulmaktadır. Bu sebeple bütün mahlûkâta mes’ûliyet şuuruyla yaklaşmak, insan için bir vicdan borcu; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet göstermek de bir kulluk vazifesidir.

Hayatlarının her ânını Kur’ân ve Sünnet’le istikâmetlendirme gayreti içinde olan ecdâdımız, gönüllerini âdeta bir rahmet dergâhı hâline getirmiş, mahlûkâtı şefkatle himâye etmek için kurulmuş isimsiz bir müessesenin gönüllü birer üyesi gibi hareket etmişlerdir.

Yaşadıkları İslâm ahlâkıyla dünyaya asırlar boyu bir “fazîletler medeniyeti” sergilemiş olan ecdâdımızın, mahlûkâta olan engin şefkat ve merhametinin seviyesini, şu birkaç misal bile ifâdeye kâfîdir:

Osmanlı’nın ilk dönemlerden beri dâimâ hayvanların korunması ve onlara işkenceyi önlemeye dâir kanunî tedbirler alınmıştır. Bu kanunlar çerçevesinde, hayvanlara haddinden fazla yük taşıtmak yasaklanmış, hamalların, yüklerini boşalttıktan sonra yorgun merkeplerinin üzerine binmelerini engellemek için semerleri üzerine çatal demir konulması emredilmiştir.

Yine İstanbul’daki iskelelerde, odun, kömür, kereste, kireç ve zâhire gibi malzemelerin nakli için kullanılan yük hayvanları, sadece sabahtan ikindiye kadar çalıştırılmış, Cuma günleri ise tamamen dinlendirilmiştir.

Zâbıta kuvvetleri de bu yasağı ihlâl edenleri ciddiyetle takip etmiş, cezâ olarak da aynı yükü hayvanın sahibine taşıtmışlardır.

Nitekim bir defasında, şehri teftiş eden bir şehremini, yani belediye başkanı, sırtında ekmek küfeleri olduğu hâlde bir ağaca bağlı duran bir katır görünce sahibinin araştırılmasını istemiş ve kahvehanede olduğunu öğrenince de çağırtıp katırın sırtındaki küfeleri adamın sırtına yükletmiş, ibret-i âlem olsun diye de adamı aynı ağaca bağlatmıştır.

Kânûnî Sultan Süleyman Hân’ın, “Süleymaniye Câmii” yapılırken, inşaatta çalıştırılan at, merkep ve katırlar için dinlenme ve çayırda otlatma saatlerine dâir çıkarmış olduğu fermanlar da, bu hassâsiyetin müstesnâ bir misâlidir.

Yine Osmanlı`da top çeken büyükbaş hayvanlar yaşlanınca kasaplara satılmayıp; bilâkis ölene kadar iyi bakılmaları temin edilmiştir.

Mimar Sinan’ın kendi köyü olan Ağırnas’ta yaptığı çeşmeye ilâveten oradan su içmeye gelecek hayvanatın da dinlenmesi için geniş bir alanı vakfetmesi de bu hususta çok dikkat çekicidir.

Ecdâdımızın bu eşsiz davranışları, Peygamber Efendimiz’in şu hassâsiyetinden ne kadar nasip aldıklarının güzel bir nişânesidir:

Rasûlullah Efendimiz, yolda giderken bir grup insana rastlamıştı. Binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde durmuş (muhabbet ediyorlardı.) Onlara şöyle buyurdu:

“Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde bırakın, dinlendirin, istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin (sırtlarında durarak muhabbet etmeyin). Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)

Allah Rasûlü’nün terbiyesi altında yetişmiş olan Enes bin Mâlik [ra] da hayvanların haklarına gösterilen ihtimâmın bir örneğini şöyle nakletmektedir:

“Biz bir yerde konakladığımız zaman develerin yüklerini çözüp onları rahatlatmadan Allâh’ı tesbih (nâfile namaz) ve ibâdete başlamazdık.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2551)

Yine ecdâdımız, büyük binâlar inşâ ederken kuşları da unutmamış, onlar için tezyînatlı âşiyanlar, yani kuş yuvaları yapmışlardır. Ayrıca susuzluklarını gidermek için su kâseleri yapmayı da ihmâl etmemişlerdir. Üsküdar’daki Yeni Câmi’nin duvarlarını süsleyen sanat hârikası kuş yuvaları, hayrât sahiplerinin bu husustaki duygu derinliğini, nezâket, zarâfet ve inceliğini pek bâriz bir şekilde aksettirmektedir.

Nitekim Batılı bir seyyah, kaleme aldığı eserinde bu konuyla ilgili bir müşâhedesini şöyle anlatmıştır:

“Bir Türk meskeni inşâ edilirken, güvercinlerin ve diğer kuşların susuz kalmamaları için en uygun yerlere yalaklar yapmak, Türk sivil mîmârîsinin vazgeçilmez özelliklerindendir.”

Osmanlı’da yaralı kuşlara, hasta hayvanlara ve göç edememiş olan leyleklere bakmak için tedâvi merkezleri kurulmuş ve bunların her türlü masrafları da bu maksatla kurulan vakıflarca karşılanmıştır. Yeri gelmişken ifâde edelim ki, dünyadaki ilk hayvan hastanesini inşâ eden de ecdâdımızdır.

“Gurabâhâne-i Lâklakān” ismiyle yâd edilen bu hastane, başta leylekler olmak üzere göçmen kuşların bakım ve tedavisinin yapılması maksadıyla Bursa’da kurulmuştur.

Bayezid Câmii’nin bânîsi Sultan II. Bayezid, hazırlamış olduğu vakfiyesinde güvercinleri de unutmamış, her yıl bu camiin güvercinlerine harcanmak üzere 30 altın yem parası ayrılmasını ferman buyurmuştur.

Gafletleri sebebiyle kuşları kafeslere mahkûm ederek satan kıt vicdanlılara karşı, merhamet ve şefkat sahibi kimseler de o kuşları satın alarak âzâd etmişlerdir. Ecdâdımızın bütün bu hassâsiyetleri, hiç şüphesiz:

“Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!” (Tirmizî, Birr, 16) hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girme gayretidir.

Rasûlullah Efendimiz’in verdiği şu misâl, ne kadar mânidardır:

“Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün; bir köpek, dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyor. Adam kendi kendine:

«–Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış!» deyip kendi içinde bir vicdan muhâsebesi yaptı. Hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeğe su verdi. Adamın bu hareketinden Allah Teâlâ hoşnud oldu ve onu bağışladı.”

Sahâbîler:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mı?” dediler.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Her canlı sebebiyle sevap vardır.” buyurdu. (Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153)

Nitekim İstanbul Aksaray’daki Vâlide Câmii’ni yaptırmış olan Pertevniyâl Vâlide Sultan vefât ettiğinde, sâlih bir kimse onu rüyâsında güzel bir makamda görür ve:

“–Yaptırdığın mâbed dolayısıyla mı Allah seni bu makâma yükseltti?” diye sorar. Pertevniyâl Vâlide Sultan ise:

“–Hayır.” diyerek mukâbelede bulunur. O sâlih zât şaşırarak: “–O hâlde hangi amelinle bu mertebeye nâil oldun?” diye sorunca Vâlide Sultan şu ibretli cevâbı verir:

“–Çok yağmurlu bir gündü. Eyüb Sultan Câmii’ne ziyarete gidiyorduk. Kaldırımın kenarında oluşan su birikintisi içinde cılız bir kedi yavrusunun çırpındığını gördüm. Faytonu durdurdum; yanımdaki bacıya:

«–Git de, şu kediciği alıver; yoksa zavallı yavru boğulacak!..» dedim. Bacı ise:

«–Aman Sultânım! Senin de benim de üstümüz kirlenir.» deyip yavruyu getirmek istemedi.

Ben de onu kırmamak için arabadan kendim inip çamurun içine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım. Çok geçmeden zavallıcık canlanıverdi.

Allah Teâlâ, o kediye olan bu küçük hizmet ve merhametimden dolayı bana bu yüce makâmı ihsân eyledi.”

Ecdâdımızın, hayvanâta dahî gönlünden nasıl rahmet taşırdığını, yabancı seyyah ve yazarlar şu sözleriyle ifâdeye mecbur kalmışlardır:

Du Loir şöyle nakleder:

“Osmanlı’nın bâzı şehirlerinde kediler için yapılmış mekânları, gıdâları için tesis edilmiş vakıfları görünce hayret etmeyecek insan var mıdır?.. Yavruları olan köpeklerin barındırılması için sokaklarda kulübelerin yapılması ve gıdâların teminine bilhassa îtinâ edilmesi de, hayret vericidir. Bunları yapanlar, kendilerine cennet kapılarını açacak birçok sevap kazandıkları îtikādındadırlar.”

Türk düşmanlığıyla bilinen Avukat Guer de şöyle der:

“...Müslüman Türk’ün şefkati hayvanlara bile şâmildir. Bu hususta vakıflar ve ücretli şahıslar vardır. Bu şahıslar, sokaklardaki köpek ve kedilere ciğer dağıtırlar.

Kasapların da her gün belli bir miktar kedi ve köpek beslemeleri, alışkanlık hâlindedir. Ayrıca Şam’da, hastalanan kedi ve köpeklerin tedâvisine mahsus bir hastahâne vardır.”

Comte de Bonneval’in kitabında da şu ifâdeler vardır:

“Türkler, kedi, köpek vesâire gibi başıboş hayvanlar için de vakıflar tesis ederler. Kasaplar da, her gün bu gibi hayvanların bir miktarını beslemekten, kendilerini vicdânen mükellef görürler.”

Tabiî burada yeri gelmişken, aynı dönemde Avrupa ülkelerinde hiçbir hayvan hakları kanunu olmadığını, hattâ 16. asırda Paris’te her yıl yaz ayının belli bir gününde bütün sokak kedilerinin çuvallara doldurulup yakıldığını ve halkın bu vahşeti eğlencelerle bir festival havasında kutladığını da özellikle ifâde etmek isteriz.

Hâlbuki Osmanlı’da, mezbahalarda kurban edilecek hayvanların hissiyâtına dahî dikkat edilmiş, kesimle alâkalı bir şey görmemesi için gözleri bağlanmıştır. Ayrıca fazla ıztırap verilmemesi için de bıçakların son derece keskin olmasına dikkat edilmiş, kasapların ehil olmasıyla ilgili düzenlemeler yapılmıştır.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasın. Biz kitapta (levh-i mahfuzda) hiçbir şeyi eksik bırakmadık, sonra hepsi Rab’lerinin huzûrunda toplanacaklardır.” (el-En’âm, 38)

Yani hizmetimize âmâde kılınan varlıklara zulmetmek, sonunda zararı bize dokunacak olan bir ahmaklıktır. Hayvanlara haksızlık etmek ise kıyâmette karşımıza çıkacak ağır bir vebâldir.

Şu hâdise de, şanlı ecdâdımızın hayvan hakları hususundaki gönül inceliğini ne güzel aksettirmektedir:

Bir gün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların itlâf edilmesi için Şeyhulislâm Ebu’s-Suûd Efendi’den aşağıdaki beyitle fetvâ istemişti:

Dırahta ger ziyân etse karınca

Zararı var mıdır ânı kırınca?

Pâdişâh’ın bu fetvâ talebi üzerine, Ebu’s-Suûd Efendi de, bir beyitle şöyle cevap verdi:

Yarın Hakk’ın dîvânına varınca;

Süleyman’dan hakkın alır karınca!

Velhâsıl ecdâdımız, mahlûkâta dâimâ rahmet nazarıyla bakmış ve ne şekilde olursa olsun incitilmesine müsâade etmemiştir. Yaratan’dan ötürü yaratılanı şefkat ve merhametle kucaklayan bu gönül zenginliği, aziz ecdâdın torunları, yani bizler için sahip çıkmamız gereken en önemli miraslardandır.

Cenâb-ı Hak o fazîlet toplumunun güzelliklerinden günümüz toplumlarına da hisseler nasîb eylesin…

Âmîn…


Osman Nuri Topbaş'ın Yazısı.