İslâm âlimlerinin bilime kattığı en yüce edepler, ‘’ilmin alındığı kaynağa olan hürmet’’, ‘’alınan kaynakların kendi kitaplarında mutlaka kaynakçada belirtilmesi’’, ‘’ilim insanlarının kitaplarını edep dairesi içerisinde tartışmak (adil tenkit prensibi) ve hiç durmamak...’’

Öğlen saatleri... Arkeolog elindeki fırçayı nazikçe kilden yapılma tablete vururken, kalbinin çarpıntıları kulağına alkış sesleri gibi geliyordu... Çok yakında binlerce yıldır kimsenin görmediği, hep saklı kalan, bir uygarlıktan günümüze yollanmış bir mektubu açacaktı. Sanki sevdiğinden beklediği bir haber gibi... İlk yazıyı milattan önce 4000’li yıllarda, Sümerler taş tablet üzerine yazdığı zamandan beri insanlarda değişen bir şey olmadı; ancak artık moda, elektronik tabletlere geçti...

Çivi yazısı, yerini dokunmatik ekran tabletler üzerinde birkaç parmak dokunuşuna bıraktı. Ama bir kelime hiç değişmedi... ‘’O (Allah), insana kalemle yazmasını öğretendir. İnsana bilmediğini öğretendir.’’ (Alâk Sûresi, 4-5.ayet)

Bilim, aslında bu ‘’Big Bang’’ (Büyük Patlama) ayetleri üzerine kuruludur. Her zaman kayıt altında tutulmasını içgüdüsel şekilde insanların beynine kaydeden Allah, bilimi aslında insanın derinliklerinde yaratmıştır. Bilim, bütün insanlığın ortak mirasıdır. Hiçbir zaman kapalı kalmamış tüm dünyayı kuşatmıştır. İslamiyet’in gelmesinden sonra ise ‘’Altın Devir’’ başlamıştır. 6. ve 14. yüzyıllar arasında (hatta 17. yüzyılın sonlarına yakın) İslâmiyet’in verdiği ‘’ilme susamışlık’’ güdüsü içerisinde modern bilimin temelini oluşturmaya vesile olmuştur. İslâm medeniyetinin bilimin gelişmesi ve düzeninin belirlenmesinde etkisi, şu an okuduğumuz bilimsel makalelerde dahi halen gözükmektedir. İslâm âlimlerinin bilime kattığı en yüce edepler, ‘’ilmin alındığı kaynağa olan hürmet’’, ‘’alınan kaynakların kendi kitaplarında mutlaka kaynakçada belirtilmesi’’, ‘’ilim insanlarının kitaplarını edep dairesi içerisinde tartışmak (adil tenkit prensibi) ve hiç durmamak...’’

İslamiyet’ten önce bilimin geliştiği mecra, Yunanlılar olarak gösterilmekteydi. 6. yüzyıldan itibaren sanki bilime aç yaşamış Müslümanlar, her çeşit ilim alanına ilgi göstermeye başlamışlardır. Dinine, ırkına ve hiçbir özelliğine bakılmadan ilim öğretecek insanlar, İslâm topraklarına davet edilmiş ve yüksek bir hızla ilimler İslâm medeniyetine doğru akmıştır. Bu noktadan sonra bilim yerinde saymamış; aksine ilim açlığı, Müslüman âlimleri bilimi sürekli geliştirmeye yani ilimde bir tekamül kanununu kurmaya doğru götürmüştür. Bu noktada en hassas konu olan ‘’ilimlerde kaynak gösterme’’ prensibi Müslüman alimler tarafından bir edep özelliği olarak ortaya çıkmıştır. Bilim tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin hocanın şu tabiri çok keskindir: ‘’Kaynak veren tek kültür dünyası İslâm kültür dünyasıdır’’. İslâmiyet’te ‘’kaynak gösterme’’ mefhumunun ortaya çıkmasının nedeni ise Peygamber Efendimiz’in (sas), hadislerinin şifahen yani dilden dile aktarılarak değil aslında rivayet zincirlerinin referanslar olarak sürekli kayıt altında tutulduğundan dolayıdır. Çünkü dilden dile nakledilen sözler doğruluk ihtimalinin zayıflamasına yol açacaktı. Bu davranış 21. yüzyılın bilimsel makalelerinin en önemli özelliğini oluşturmaktadır. Böylelikle kaynakça ve tartışma bölümleri, İslam bilim kültüründen miras kalmıştır.

İlmin artık tüm dünyaya yayılmasıyla Avrupa’ya kopyaları ulaşan İslâm âlimlerinin kitaplarına ise bu özen gösterilmemiştir. Tıp ilminin temellerini atan birçok kitap, 11. yüzyılda İtalya’da Arapça’dan çevrilerek kaynağı Yunanlılara atfedilmektedir. Hakeza İbn-i Sina’nın taşlar hakkında yazdığı kitap da şu an herkesin en az bir kere duyduğu ‘’Aristo’’ya mâl edilmiştir. Ancak Müslüman âlimlerinin Aristo’dan aldığı ilimlerle yazdıkları kitaplarda ise ondan ‘’Büyük Üstad’’ olarak bahsetmeleri, Müslümanların bilimi vicdan, marifet ve muhabbet eksenli yaptıklarının bir göstergesidir.

Aynı şekilde, Akşemseddin Hazretleri’nin bulaşıcı hastalıklar üzerinde yaptıkları araştırmalardan sonra kaleme aldığı ‘’Maddet-ül Hayat’’ eserinde mikroptan ilk defa bahsetmesine rağmen; uzun yıllar mikropların kâşifi -Akşemseddin’den 400 yıl sonra yaşamış- Pastör’e ithaf edilmiştir. Ancak son yıllarda bilim literatüründe Müslüman âlimin eserleri dikkate alınarak ilim tarihine geçirilmiştir.

Yunus Emre’nin; ‘’Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep. Dediler ilim geride, illa edep illa edep’’ sözü, yüzyıllar öncesinde ilim meclislerinde bilimin hangi düstura bağlı olduğunu çok güzel özetlemiştir.

Tabletinizden okuduğunuz GENÇ dergimizi kapatmadan evvel, iştigal ettiğimiz modern bilimlerin aslında ne kadar ‘’BİZ’’den olduğunu düşünürken ‘’biz’’im ne kadar ‘’BİZ’’den uzak olduğumuzu düşünmemiz gerekmez mi?

(Kaynakça: Bilim Tarihi Sohbetleri, Prof. Dr. Fuat Sezgin, Konuşan: Sefer Turan)


Cihan Taştan'ın Yazısı.