Baba`nın Gölgesinde
Mor salkımlar tepeleri sarmış. Buharı tüten Etna bir görünüp bir kayboluyor. Evlere ulaşmak için kıvrılan merdivenler. Dar sokakları neşelendiren çiçekli balkonlar ve zirveye ulaşırken yapılan keşifler. En büyük sürpriz, eski binaların ve kulelerin yer aldığı parktı.
Yıldız çiçekleri henüz güne başlamadı. Sabahın keyfini çıkarıyorum. Taormina uyurken kuşlar kanat çırpmadan süzülüyor. Sokak kedileri dünden kalan kırıntıları toplarken mırıldanmıyor. Yapraklar suskun. Kapılar gıcırdamıyor. Turist dolu sokaklar bomboş. Günübirlik gezginler daha yolda, Taormina’da kalabilen şanslılarsa sıcak yataklarında. Kepenkler kapalı. Güneş sadece Roma kalıntılarını ve kilise çanlarını aydınlatıyor. Balkonlardan sarkan çiçekler uyanmamış. Yıldız çiçekleri hâlâ kapalı. Dar sokakta ayak seslerim yankılanıyor. Küçük bir köpek tek gözünü açıp etrafı kontrol ederken bir an duraksıyorum. Ayakkabılarımı çıkarıp sessizce antik tiyatroya giriyorum. Gösteri başlamış. Güneş sütunların gölgesine sahnede rol vermiş. Rüzgâr portakal ağaçlarının kokusunu sadece burada sahnelemiş. Dalgaların müziğine eşlik eden kuşlar son kez dans ediyor. Yıldız çiçekleri açarken büyü sönüyor. Ayakkabılarımı giyiyorum. Roma kalıntılarını terk ederken gişeyi yeni açan şaşkın memurlara gösterebildiğim tek bilet bir gülümseme. Borges’in “Anlar” şiirini mırıldanarak bezelye yememeğe karar verip kocaman bir dondurma alıyorum. Kepenkler açık. Kek kokuları yayılırken pek çok ayak sesleri yankılanıyor dar sokakta ayakkabılarıma bakıp gülümsüyorum.
Sütunlarla bezenmiş tarihi otelime girdiğimde kahvaltı hazırlıkları daha yeni yeni başlamış. Yüksek tavanlı odamın kapılarını denize doğru açıyorum. Rüzgâr tülleri uçuştururken güneş yatakta uyuyanları kaldırıyor. Begonvillerin sarıp sarmaladığı terastan sarp dağlarla deniz arasına sıkışmış muhteşem kasabayı seyrediyorum. Şiir kitabım kapalı. Yıldız çiçekleri açmış. Elimde kahve. Eşim fincanını masaya koyarken burnumdaki lekeyi gösteriyor. Hafifçe omuz silkip, gülümsüyorum.
Turist kimliğine bürünmek alış verişte belli olur. Ivır zıvır dolu tezgâhlar mıknatıs gibi çeker onu. Gezdiği ülkede gördüğü her şeye bulunmaz Hint kumaşı olarak bakmaya başlar. Sanki kendi ülkesinde yokmuşçasına alır da alır. Magnetler, anahtarlıklar, yerel örtüler, İtalyan ayakkabıları, markalı tişörtler. Üstelik etiketine de bakarak kontrol eder. Made in Turkey yazarsa zinhar beğense bile almaz. İtalyan malı olmalı. Arması görgüsüzce parlamalı. Markanın amblemleri tüm çantayı sarmalı.
Castello’ya doğru kıvrılan yolda ilerledik. Tek şerit daracık yollar. Kiralık arabaya ekstradan taktırdığımız navigasyon olmasa kaybolmamak işten değil. Mor salkımlar tepeleri sarmış. Buharı tüten Etna bir görünüp bir kayboluyor. Evlere ulaşmak için kıvrılan merdivenler. Dar sokakları neşelendiren çiçekli balkonlar ve zirveye ulaşırken yapılan keşifler. En büyük sürpriz, eski binaların ve kulelerin yer aldığı parktı. Dağın kıyısına sığınmış, Akdeniz’e yüzünü dönmüş bahçe huzur doluydu. Sert iğneli kaktüsler bile bahçenin huzurundan etkilenip ipeksi çiçekler açmıştı. Hani bu ada çizgili takım elbiselilerin kan kusturduğu yerdi. Silahların patladığı, baba adının merhametine sığınan merhametsizlerin adasıydı. Doğanın büyüsü ve Sicilya’nın halkı hikâyeleri yalanlıyordu. Avrupa’nın kibrinden uzak, bir İtalyan’dan daha samimi olan ada halkı çok sıcaktı. Dokunmayı unutan, hatta yasaklayan zihniyeti kırarcasına tezgâhtar beni kapıya kadar geçirdi. Sırtımı sıvazlayarak teşekkür etti. Ten temasını seven ben bile şaşırınca, soğuk bir Alman turistin nasıl tepki vereceğini düşünemedim. Üstelik yarım saat kaldığım dükkândan eli boş çıkmıştım.
Günü birlik gezdiğimiz Siracusa kentinde Roma’dan kalma sütunlar eskimeyen bir medeniyetin mührünü toprağa taşısa da onu esas meşhur eden ne mis gibi kokan pizzaları ne de ortaçağdan kalma binalarıydı. Arşimet’in ıslak ve çıplak olarak sokaklarında koşturması.
Otelimize döndüğümüzde ayakkabılarımı fırlatıp yalın ayak soğuk taşlara bastım. Odamın kapılarını denize doğru açtım. Yıldız çiçekleri kapalıydı.
Hande Berra'ın Yazısı.