İnsan sürekli kendisini yükseltecek, işleyecek, erdirecek “mânâlar” ile dolmalı. Bunu yaparken bir yandan kendi iç dünyasına yönelmeli ve iç alemini iyi okumalı. Diğer yandan da “gerçek mana sultanlarının” dizinin dibine oturmalı ve onların kalplerinden taşmış olan manalardan kana kana içmeli…

Sakarya’da mezarlıklardan birinin girişinde şöyle bir ifade görmüştüm: “Dünya hayatının son, ahiretin ilk durağı.” Güzel bir ifadeydi doğrusu. Okuyanı düşündürecek cinsten…

Manalar yazı ya da söz şeklinde karşımıza çıkınca dikkatimizi çekiyor genelde. Lakin yazı ya da söz hâline gelmedikçe çoğu zaman manaları aslî sûretlerinde göremiyoruz. Daha doğrusu idrak edemiyoruz. Kendi içimizden yapamıyoruz bu sıçramayı genelde. Ya da şöyle söyleyeyim: Kendi çabamızla “mana dünyamızı” yeteri kadar genişletemiyoruz gibi…

Ne demek istediğimi biraz geriden alıp açmaya çalışayım:

Hayat bir mana yolculuğudur derim zaman zaman. Bunu da şöyle ifade ederim: İnsan anlayabildiği manaların içinde yaşıyor, onlara göre hayatını şekillendiriyor, onlarla değer kazanıyor. Anlayamadığı ya da kavrayamadığı manaların ise dışında kalıyor, onların eksikliği ile illetli bir şekilde hayat sürüyor. Bu yüzden başta Peygamberler olmak üzere, olgun ya da kâmil kişi dediğimiz kimseler “mana zengini” şahsiyetler olarak tebellür ediyor zihnimde. Ki zaten tasavvuf literatürü de bu sözümü bir açıdan destekliyor “mana sultanları” tâbirini kullanmakla…

Diğer yandan şairlere içten içe duyduğumuz sevginin ve takdir hissinin alt yapısında, günün birinde bize dokunup geçmiş ama tam olarak ifadeden aciz kaldığımız manaları büyülü bir şekilde ortaya koymaları oluyor çoğunlukla… Çünkü şairler ses ahengi ve kafiyeden daha çok kafa ve kalplerinden özenle ve çileyle süzdükleri manaları sunuyorlar aslında… (Gerçek şairler tabii…)

Hâsılı, kelimelerin başrol oynadığı sözlü ya da yazılı kelam öyle büyülü bir araç ki, “mana alemine” girmemize yardımcı oluyor. Manalara yaklaşmamıza vesile oluyor ve bizi daha manalı kılıyor. İşte bu yüzden, çoğu zaman dinlediğimiz bir sohbet ya da okuduğumuz bir yazı bizi yükseltiyor, sıçratıyor, olgunlaştırıyor, olduruyor. Kendi kısır ve küçük dünyamızdan kurtulup büyük ummanlara dalmamıza, genişleyip alemi kucaklamamıza, varlığın mana boyutuna girmemize vesile oluyor.

Şöyle bitireyim bu bahsi: İnsan sürekli kendisini yükseltecek, işleyecek, erdirecek “mânâlar” ile dolmalı. Bunu yaparken bir yandan kendi iç dünyasına yönelmeli ve iç alemini iyi okumalı. Yaşadığı olayları iyi tahlil edip ne manaya geldiklerini kendi benliğinde yerli yerince oturtmalı. Sıradan görünen çoğu şeyin büyük manalar taşıdığını görmeli ve kuyumcu hassaslığıyla mana avlamalı…

Diğer yandan da “gerçek mana sultanlarının” dizinin dibine oturmalı ve onların kalplerinden taşmış olan manalardan kana kana içmeli… Kendisini motive eden güzel bir insandan tutun Kur’an gibi bir mana deryasına varıncaya kadar çeşitli olabilir bu yelpaze…

Ve böyle böyle, hem içten hem dıştan beslene beslene, günün birinde kelama ihtiyaç duymaksızın manaları kalbine doğrudan indirebileceği bir kıvama ermeli… Allah’tan mana almalı… Allah ki manalara manasını veren Rabb’dir…

(Gönlümdekini de yazmak istiyorum buraya: Allah’ın bir isminin de Mânâ olduğuna inanıyorum… Tüm mânâların kendisinden zuhur ettiği eşsiz mânâ manasında…)

Hayat Nedir?

Bu soruya cevabım “irade gösterisi” olurdu sanırım. Gerçekten de hayat “irade” üzerine şekillenen tecelliler arenası. İradesini ortaya koyanlar eyliyor, işliyor, yapıyor, ediyor, olduruyor, gerçekleştiriyor, ulaşıyor, kavuşuyor, çözüyor vs… İradesini ortaya koyamayanlar ise konuşuyor, kokuşuyor, eyleyemiyor, olduramıyor, ulaşamıyor, çözemiyor, bulamıyor, kalıyor…


Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.