Şerife Ağlan İnecikli 

Kentsel dönüşümde döneceğimiz yer çocukluğumuzun çıkmaz sokaklı mahalleleri olsa keşke. Bavulumuza sadece eskimiş anılarımızı koyup dönsek mahallemize…

Burası Bursa… Mahallenin ismi Kuzgunluk… Bir yerden sonra ulaşımın halâ ve sadece atlarla yapıldığı, kışın inerken ayakta durulamayıp çıkarken ellerin de kullanıldığı, güzergâhında Üç Kuzular ve Tezveren’in bulunduğu, mideleri helâl kazançların, gönülleri de hemen yanı başındaki Somuncu Baba’dan gelen ekmek kokularının doyurduğu, başrollerinde yaşlı dul kadınların, bir ekmek dahi olsun eli boş dönmeyen çalışanların ve burnundan akanları kar beyaz mendillerine kıyamayıp dil yordamıyla silen çocukların olduğu, bence kentin en canlı mahallesi…

Bizim evimiz dere kıyısındaydı… Durun! Hemen hayale doğru kapamayın gözlerinizi. Bu dere öyle şırıl şırıl akarken sesinde huzur bulunan derelerden değil. Bizimkinin asıl adı sel suyu. İyimserliğimizdendir adına dere deyişimiz. Yağmur yağdığında ortaya çıkar, sesini duydukça ürperir, her an eve giriverecek korkusuyla geçip gitmesini beklerdik. O geçip giderken üst mahallelerde saklandıkları yerden oyuncak bebekleri ve topları da beraberinde götürürdü. Her yağmur sonrası başı yana eğik çocukların beklenen sorularını duyardık; ‘’ topum buradan geçti mi? ‘’ Sonra elde sopalarla arama kurtarma çalışmaları başlardı. Bilinen tüm tümseklere, en çok da iğneci Hanife Hanım Teyze’nin evinin önüne bakılırdı. Kolu bacağı kopmuş ve eski halinden epeyce uzak olsa da, çamurda bebek bulmak, yağmurun bereket olduğunun en hızlı kanıtıydı o mahallede. Bulunan topu sahibine ulaştırmanın hazzı ise öyle güzel ve onur vericiydi ki, o ürküten sel suyuna dere deyişimizin tek başına sebebi sayılabilirdi.

Çıkmaz sokaktı bizimkisi. Yanlışlıkla girenler de olmasa, üstünde çatısı olmayan kocaman bir aileydik sanki. Yani sadece kendi annemizden yemezdik şamarı. Kulağımızı çeken sadece kendi babamız değildi. Günün cesur çocuğu azarlanmayı göze alıp, parasını vermeden ısırdığı zaman simitlerden, mecburen hazırdı hepimizin öğle yemeği. Dondurmacılar bilirdi ki ya birçok satış yapıp çıkacaktılar sokaktan ya da elleri boş. Yağı senden, şekeri bir diğerinden, tadımız tuzumuz hep yerindeydi.

Kocaman bir dut ağacının gölgesinde büyüdüm ben. Ona bağlıyorum serin gönlümü. Lakin yine ondandır hassasiyetim biliyorum. Çünkü ne zaman ufak bir rüzgâr esse, dut gibi dökülüyorum. Yazın en güzel etkinliği, o koca duta kurulan salıncaktı şüphesiz. Yaşına aldırmayan teyzeler sağlamlığını test ederlerdi dakikalarca. Bir de türküye başlandıysa sıranın bize gelmesi epey uzun sürerdi. Dutlar olgunlaştığında silkelenen dallardan dökülenleri tutmak için büyük bir sofra bezi gerilirdi. Ve o bezin ucundan tutma görevine dahi edilmek büyümek demekti.

Şimdi oğlum için büyümek ne demek bilemiyorum. Önüne konan dutun asıl tadını, yağmur sonrasını ve kahramanlığın parasını vermeden simit ısırmak olduğunu nasıl anlatırım bilmiyorum. İstiyorum ki; onun içi de tıpkı annesi gibi komşuya gelen yakacağı taşırken daha komşu sobasını yakmadan sıcacık olsun. Çünkü eminim ki; çocukluğunda bu şekilde ısınanlar, büyüdüklerinde kolay kolay üşümüyorlar…


GENÇ'ın Yazısı.