“Efendim, peki ya kız çocuklarımız?” Mütebessim çehresiyle Fâtıma’nın babası, Mekke’nin yetimi, karşısında oturan Bedevî’yi ve küçük kızı işaret ediyor. Ve ekliyor: “Onlar kendilerini sevdirirler.”

Rümeysa Nur Küçük

Saadetin bilmem hangi ayının, hangi evvel yahut âhirinde, günün tam da ihtiyarladığı demlerde, kızgın kum vadileri arasında sanki hurma ağaçlarının ‘hû’larına karışan bir esinti… Öyle ya, vakit: İkindi…

Bedevî, gözlerini kısıp, hurmalığın ortasına, yüzü nur, sözü nur, gönlü nur insan topluluğuna baktı uzun uzun. Neden sonra, buğday tenli, temiz yüzlü biri usulca gelip, koluna girdi. Bedevî, hiç ses etmedi. Genç adam, Bedevî’nin karnını doyurup, hizmetini gördü. Ve sordu: “Bir isteğiniz…”

“Ben de katılabilir miyim size?”

Genç gülümsedi: “Tabii, bittabi...” Bedevî ve genç, hurmalığa döndü. O iklim… Bedevî o vakit anladı şahit olduğu şeyin, bir huzur sohbeti olduğunu. Huzur… Ne büyülü kelime!

Bir ara kısa süren bir sessizlik… Ağaçlar ve hurmalar anneleri tarafından sıkıca tembihlenmişçesine, nefes dahi almıyor. Tabiat, en çok O’nun sesini duymak, yalnız O’nu duymak için kesmiş sesini soluğunu. Daima mütebessim çehresi, dudağının kenarına ilişen keyifli bir tebessümle adeta parlıyor, bu kez. Ashabın ve bedevînin kulağında oynayan çocukların sesi yankılanıyor yalnızca. O, bu tebessümün esbâb-ı mûcibesini açıklamak üzere, gül goncası dudaklarını ayırıveriyor: “Erkek çocuklarını seviniz.”

Bedevî şaşırıyor, zira ashab, derin bir tefekkür içredir şimdi. O, nur saçan çehresiyle, gönüller fethediyor yine. Bir ara bedevî, gözlerinin dolduğunu, kalbinin titrediğini ve dilinin bir cümleyi tekrar ettiğini fark ediyor: “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden rasulullah.” Koşmak, sarılmak, hiç bırakmamak istiyor. Ama bir şey, o tâ derinden gelen ve onu tutan bir şey, haşin tabiatı, onu durduruyor. Bedevî şaşkın, oynayan çocuklara bakıyor. İç geçiriyor, “On çocuk babasıyım. Benim çocuklarım da oyun oynuyordur şimdi. Yüzlerini görmeyeli ne kadar da uzun zaman oldu. Yüzlerine bakmayalı demek daha doğru belki…”

Bedevî, ashabın sorusuyla gözlerini O’na çeviriyor ve neden sonra fark ediyor dizinde yatan simsiyahsaçlarıyla küçük bir kız çocuğunu. Elleri, yıllardır canlı olan hiçbir şeye öldürmekten başka bir amaçla yaklaşmamış elleri, tüm cismaniyetiyle ve yıllardır gizlenmiş hisleriyle küçük kızın saçları arasında şefik bir babanın eli olarak tecessüm etmiş, muhabbetle gidip geliyor. Ve ashab soruyor: “Efendim, peki ya kız çocuklarımız?” Mütebessim çehresiyle Fâtıma’nın babası, Mekke’nin yetimi, karşısında oturan Bedevî’yi ve küçük kızı işaret ediyor. Ve ekliyor: “Onlar kendilerini sevdirirler.”

Bedevî saatlerce olduğu yerde ağlıyor. Ne ashab, ne Mekke’nin emini, ne kucaktaki kız çocuğu ne de hurmalar ses etmiyor. Rivâyet odur ki, Bedevî ima edip, devesinin terkisine biniyor ve hızla uzaklaşıyor.

Bir hafta sonra nasipsizler aralarında konuşuyorlar: Geçenlerde Mekke’nin çıkışında bir bedevî beni durdurdu ve “Ey Cahillerin babası, sen öyle nasipsizmişsin ki Allah’ın emanetini koruyamamışsın. Sana onu korumak zor geldi belki, ama o şimdi yalnız Mekke’nin değil, nice uzak diyarların öksüzlerine, en çok da ‘diri’ yetimlere kucak açıyor.” dedi. Nasipsizler kahkaha koparıyorlar. Ne Allah’ın emanetini anlıyorlar ne de ‘diri’ yetimleri… Hırçın kahkahaları geceyi bölerken, hurmaların ‘hû’ları bir duaya dönüşüyor: Afallahu anh! Allah onları affetsin…


GENÇ'ın Yazısı.