Rengârenk dükkânlar, salınarak yürüyen ince uzun kadınlar, daracık ceketli İtalyan erkekler, telaşsız kendini alışverişe adamış turistler ve merdivenlerde birbirinin üstüne yığılmış gençler. Her ülkenin bir kokusu vardı. Hindistan’ın kokusu safrandı, İsviçre kar kokardı. İtalya’nın kokusunu duyamamıştım.

Gezgin, tatilde acıyı, kederi, işi unutur. Tıpkı çocuklara benzer. Sorumlulukların bir süreliğine ertelenmesi, hayatın içinde yapılan savaşlara ateşkes, bir soluklanmadır gezmek. İşadamları, akademisyenler, politikacılar ve anneler bile bu kaygısızlık havasından kendine düşen payı alır. Bana gelince bir gezgin olarak sorunları dolaba kilitleyip çoktan yollara düşmüşümdür. Eve döndüğümde kilitleri açmaktan asla korkmam. Raflardan dökülenler daha az acıtır canımı, bazılarının sadece gölgesi kalmıştır.

Çocukluğumun bir bölümü İtalya’da geçti. Görmediğim bu kentin pek çok köşesini gezenlerden daha iyi bilirim. Hayallerimde sevdiğim bu ülke ilk günlerde beni büyüledi. Resimler derinleşmiş, sesler ve kokular belirginleşmişti. Hayallerim canlanıp yirmi yaşın coşkusunu kamçılarken Aşk Çeşmesi’nin önünden saatlerce ayrılamamıştım. Ara bir sokakta sıkışmıştı. Daha geniş, daha görkemli, daha inanılmaz sanırdım. Resimler yalan söylemişti bana.

Spanish Step’lere doğru yürüdüm. Rengârenk dükkânlar, salınarak yürüyen ince uzun kadınlar, daracık ceketli İtalyan erkekler, telaşsız kendini alışverişe adamış turistler ve merdivenlerde birbirinin üstüne yığılmış gençler. Her ülkenin bir kokusu vardı. Hindistan’ın kokusu safrandı, İsviçre kar kokardı. İtalya’nın kokusunu duyamamıştım. Sokakta sıralanmış kahveler bana ipucu vermeye çalışsa da onları dinlemeden yoluma devam ettim. Faytonla gezmek her zaman çok hoşuma gider. Biraz pazarlıktan sonra nal sesleri eski taş binalarda yankılanmaya başladı. Roma, bin yıllık medeniyetten arta kalan başkent, Fatih’e yenilen elmanın diğer yarısı, ikiz kardeşlerin şehri. Galileo’ya doğruları inkar ettirten şehir. Her yolun ulaştığı bu şehir meydanlarıyla ünlü hepsinin ayrı bir hikâyesi, bir dikili taşı ve onu süsleyen heykeli var. Aslında İstanbul’da yaşayanların çok tanıdık oldukları bir mimari bu. Tek fark Navona meydanı pırıl pırıl korumuşken, biz Çemberlitaş’ı i tanınmaz hale getirmeyi başarmışız.

Faytonla neredeyse Roma’nın yarısını gezdim. Meydanlar, Pantheon, kiliseler, Vatikan, kale, Kolezyum, Roma forumu ve çeşmeler. İlgimi çekenleri daha sonra teker teker dolaştım. Eski pagan tapınağı olan Panteonda Rafael’in mezarından, kalenin içindeki işkence odalarına kadar gezindim. Meydanlarda dondurma yedim, çeşmelerin başında kahvemi yudumladım. Vatikan’ın hikâyesini başka bir yazıya sakladım.

Dünyanın herhangi bir yerinde ölüm cezası kalktığında Kolezyum’un ışıkları beyazdan altın rengine dönse de güneş her gece kemerlerin üstünden yüzü kızararak batıyordu. Bu utanca gladyatörlerin kanı, acımasız politik yarışlar, din adına yapılan oyunlar sebep olmuştu. Roma’nın sesleri ve cıvıltısı geceye rağmen dinmezken Kolezyum’u gezen turistler sessizdi. Fransızların uyanık, İspanyolların kararsız, Türklerin umarsız ve Amerikalıların alaycı bakışları parmaklıklar ve dehlizler arasında dolaştı. Çatlak duvardan atlayan gladyatör benden daha şaşkındı. O, muhteşem binanın derbederliğine, ben ise seyircilerin gözündeki kana susamışlığa şaşırdım. Bir aslan kükredi. Herkesin gözü kralın işaretine takıldığında gladyatörün gözünden yaşlar alev olarak aktı. Dakikalar yoktu artık, saniyeler yoktu! Zaman silindi. Bir an kıpırtısız kaldı gladyatör. Metal metale çarptığında rüzgâr yeniden esti. Korku kanat çırptı karnımda, serin rüzgârı dağıldı damarlarıma. Kanla kirlenmiş kılıç güneşte parlamadı. Kabzada sıkılı kalmış yumruklar. Hayvan pisliklerine karışan insan teri kokusu ve kasları şişmiş kolu döndükçe havada ter damlaları uçuştu. Her bir damla harenaya (Arenalara serilen sıvıyı hemen emen özel kum karışımı) düştüğünde yok oldu. Seyirciler sevinmedi sonuca. Hırs dolu aç gözlerde tatminsizlik dolaştı. İnsan kanına hasret topluluk lanet okudu aslana. Onlar ne ilkti ne de son…

İtalya’yı bilmem ama Kolezyum kan kokuyordu…


Hande Berra'ın Yazısı.