Haritayı Büyük Açmak
Bir gün ‘Hiç ağaç diken var mı?’ diye sordum. Cuma ve Ahmet sevinçle el kaldırıp diktikleri ağaçları söylediler. Beş verdim onlara! Bunun üzerine üç dört çocuk daha el kaldırdı. El kaldırdılar, çünkü onlara parmak kaldırmanın çok da iyi bir şey olmadığını anlatmıştım. El kaldırmada daha cesaret yüklü bir duruş olduğunu anlatmıştım.
Antep’in bir köyünde öğretmen idim. Orta kısmın derslerine giriyorum ama ara sıra da küçük sınıflara bir tebessüm dalışı yapıyorum. Çocuklar tebessüme ne kadar da açlar.
Öğrencilerim gariban, fakir. Türkçeyi zor öğrenmişler. Kırk yıllık okullarında kitaplık yok. İlçedeki Anadolu lisesinin kütüphanesinde bile toplasanız yüz kitap yok. Bizim bu köy okulunda kitaplık olmasını beklemek ham hayal kurmak sayılır.
Böyle bir memleket. Çocuklara neyi neresinden öğretirsiniz, işin içinden çıkması zor. Dedim en iyisi çocukları kitapların dünyasına çekmek.
Kitaplardan kahramanlarının taklitlerini yaparak hikayeler okudum. Anlayıp sevebilecekleri şiirler, yazılar, metinler okudum. Bir yazı okurken çok bildik gelen bir kelime geçtikçe aslında o kelimenin pek de bilinmeyen, anlamı yanlış bilinen bir kelime olduğunu göstermeye çalıştım. Bir kelimeyi farklı milletlerin nasıl adlandırdıklarını, hangi mantığı kullanarak ad verdiklerini hissettirmeye çalıştım. Cezayı pek kullanmayıp ödüllendirme yapmaya çalıştım.
Kullandığım bir kelimenin kullanmaları kesinlikle yasak olan dillerindeki karşılığını söylemelerini istedim zaman zaman. İlk başlarda çekinerek söylediler, filanca hocalarının o dili konuşmalarına çok kızdığını, bu yüzden çok arkadaşlarını dövdüğünü söylediler.
Dar gelen bir şey vardı. Tek düze giden bir şey ocukları bir oyunun içine sokup oyalanıp gitmelerine göz yummak da mümkündü. Okulculuk oyunu açıkçası çok hoşuma gitmiyordu. Ruhu alındıktan sonra bir anlamı kalmıyordu bence okulculuğun. Kurallar, kurallar, kurallar.
Bir gün ‘Hiç ağaç diken var mı?’ diye sordum. Cuma ve Ahmet sevinçle el kaldırıp diktikleri ağaçları söylediler. Beş verdim onlara! Bunun üzerine üç dört çocuk daha el kaldırdı. El kaldırdılar, çünkü onlara parmak kaldırmanın çok da iyi bir şey olmadığını anlatmıştım. El kaldırmada daha cesaret yüklü bir duruş olduğunu anlatmıştım. Her ne kadar kelimeye kaba kuvveti, saygısızlığı, yapılmaması gereken bir işi yapma girişiminde bulunmak anlamı yüklenmiş olsa da korkak, silik bir ifade biçimi olan parmak kaldırma eyleminden hoşlanmadığımı söylemiştim. Onlar da sevmişler, benimsemişlerdi el kaldırmayı. Ağaç dikmenin Türkçe dersinden beş almak gibi bir sonuç doğurması hoşlarına gitmişti. Onlara da verdim beşi. Ağaç dikmek önemli idi çünkü. Yalanına bile beşler feda olsundu…
Peygamberimizden bahsedince bir başka olurdu çocuklar. Arif Nihat’ın Na’tını okumuştum. Sonra aynı şiiri İbrahim Sadri’den, Seyfullah Kartal’dan ve Yusuf Ziya Özkan’dan dinlettim. Taner Yüncüoğlu ve Mustafa Demirci “Açılsın göklerin kapıları/ açılsın perdeler kat kat” diyen bu müstesna şiire iki ayrı beste yapmışlardı. O besteleri ayrı ayrı dinlettim. Bu arada şiiri ezberleyenlere hediye vereceğimi de söylüyordum. 120 öğrencimden yarısı ezberlemişti şiiri.
Atasözü deyim ve vecize arasındaki farkları anlatırken özdeyişlerin arasına bir konu eklemiştim: ‘Söyleyeni belli olan güzel sözlere özdeyiş denir. Söyleyeni belli güzel sözlerin söyleyeni Hz. Muhammed olanlarına da şerefli söz anlamına gelen hadis-i şerif denir.’ Elimde Ömer Sevinçgül’ün Hadis El Kitabı olurdu. Oradan ‘Bana bugünün sözünü söyler misiniz öğretmenim’ diyenlere bir hadis okurdum, kısa, kolay bir hadis.
Sonra kütüphane oluşturmaya çalıştık. İstanbul’dan takviyelerle ile birinci dönem sonuna 600 kitaplık bir kütüphanemiz oluşmuştu. Artık çocuklar kitap da okuyabiliyordu.
Bir şeyler yine de eksik geliyordu. Yapılması gerekenler bitmiyordu. Bir gün derste Antep’e çok uzak bir şehir ismi söylemelerini istedim. İstanbul, Edirne, İzmir... Saydılar bir kısım şehirler. Uzaklık anlayışları misak-ı milli ile sınırlı idi. Pekin diyemiyorlardı, Berlin veya Tokyo; Türkiye dışında bir şehir akıllarına gelmiyordu.
Bunu aşmak lazımdı. Müdürle, Sosyal Bilgiler öğretmeniyle konuştum. Sınıflara yetiştirebildiğimiz kadar dünya haritası koyacaktık. Yetmedi tabii haritalarımız. Bir köy okulunda kaç harita olur ki!? Kıta haritalarıyla eksikliği kapatmaya çalıştık. Önemli bir iş yapmış olma huzurunu hissetmiştim içimde. Çocuklardan birine pusula hediye etmiştim. ‘Hiç yolunu şaşırmaman dileğiyle!’ demiştim.
Çocuklarım artık namaz bile kılıyordu. Dinden pek de bahsetmezdim. Peygamberimizden bahsetmek çok şeyi anlatmaya yetiyordu. Orada net olarak öğrendim peygamberimizin neden okullara pek de sokulmadığını. Din Kültürü kitabında neden ‘İnsanlığın En Büyük Ve En Önemli İnsanı’ başlığının altında O’ndan bahsedilmediğini.
Aradan on bir yıl geçti. Hâlâ Boğaziçi İlköğretim Okulu’ndan o çocuklar ararlar, mektup yazanı bile oldu. Evleneni var, üniversite bitireni var. Facebook’tan selam verirler, kafalarına takılan bir şeyleri sorarlar. Na’t şiirini unutmadıklarını yazarlar. Kimisi hadis halkası kurdu, kimisi Safahat halkası…
***
Bunları neden anlattım bilmiyorum. Kendi yaptığı işleri anlatmanın pek iyi bir şey olmadığını bilirim. Ahlaka, adaba pek sığmaz. ‘İşin bereketini kaçırır’ derler böyle şeyler.
Doğrudur, inanırım ama haritayı büyük açmak gerektiğini söylemek istemiştim; aklıma bunlar geldi. Kusuruma fazla bakmayınız.
Asım Gültekin'ın Yazısı.