Bir kadın bütün asli meziyetlerini yitirip bir kenara bırakarak bir olimpiyatta “altın madalya” alsa ne olur, almasa ne olur? Bu küçük yuvarlak teneke ömür boyu onu mutlu etmeye yeter mi?

iz bu yazıyı okuduğunuz tarihlerde olimpiyat oyunları çoktan bitmiş, gündem de çoktan değişmiş olacak. Fakat dört yılda bir yapılan ve dünyanın en büyük spor organizasyonu sıfatına sahip olan oyunlara değinmeden geçersek olmaz.

Oyunların tarihçesine ve genel değerlendirmesine girecek değiliz. Yazımızın konusu, Türkiye olarak neden başarısız olduğumuz noktasından yola çıkarak biraz tarihî, biraz sosyolojik bir analiz yapmak acizane.

Eskiden uluslararası alandaki sportif başarısızlığımız, tesis fakirliğine bağlanırdı ki yanlış bir düşünce de değildi. Dünyada sporda ileri gitmiş ülkelerin tesis kalite ve miktarıyla bizimki arasında çağlar ve dağlar kadar fark vardı. Dolayısıyla o zamanlar “biz aslında çok yetenekli bir milletiz ama fakirliğin gözü çıksın, n’apıceksin?” denilir, ardından geyiğin bir sonraki maddesine geçilirdi.

Zaman değişti, köprünün altından bir miktar su aktı. Sporda başarılı ülkelerle aramızdaki tesis farkı epeyce kapandı. Problem tesiste olsaydı, bu tür organizasyonlarda en fazla madalya toplayan ülke olamasak da halihazırdaki durumdan çok daha iyi bir pozisyonda olmamız gerektiği su götürmez. O halde nedir bu işin sırrı? Bize göre:

Biz tesisleşirken başkaları armut toplamamıştı. Hem onlar daha yükseğe ve daha ileriye atlamak, daha hızlı koşmak için bir sürü bilimsel yöntemler geliştirmişler hem de eskiden bizim konumumuzda olan ülkeler hem tesisleşme süreçlerini tamamlamış hem de bu işlere bizden çok daha fazla zaman, para ve enerji sarf etmeye başlamışlardı. Bu büyük yarışa daha fazla yarışmacı girince dereceler de yükselmiş, artık ipi önde göğüslemek de iyice zorlaşmıştı.

(2012 Londra Olimpi-yatları’nın ilk günlerindeki madalya fukaralığı, son günlerindeki birkaç münferit başarının gölgesinde kalabilir muhtemelen. Biz böyleyiz, askerlikte ne kadar sıkıntı çekersek çekelim, son günlerindeki rahatlık aklımızda kalır ve “ulan yine çağırsınlar yine giderim beaaa..” diye efeleniriz. Neyse geçelim.)

Olimpiyat oyunları akıp giderken, bir magazin yazarının köşesinde yazdığı bir yazı gündemi değiştirdi. Yazımızın bundan sonraki kısmıyla yakından alakalı olduğu için değinmek durumundayım. Yazar, kadın sporcuların başarı uğruna fiziksel deformasyona uğradıklarını ve erkek görünümüne yaklaştıklarını iddia ederek bu durumdan son derece rahatsız olduğunu beyan etti. Feminen tepkilere maruz kaldıysa da yazar haksız değildi. Bir Çinli kızcağızın madalya kazanabilmek için çalışma süresi boyunca ailesiyle haftada sadece bir saat görüşebildiğini duyduk, okuduk. Bu ne kadar böyle devam etti bilmiyoruz ama sözünü ettiğimiz yazara destek mahiyetinde yazan bir kadın yazarın bir cümlesi her şeyi açıklıyordu. Şöyle diyordu kadın yazar: “Yani bir kadın bütün asli meziyetlerini yitirip bir kenara bırakarak bir olimpiyatta “altın madalya” alsa ne olur, almasa ne olur? Bu küçük yuvarlak teneke ömür boyu onu mutlu etmeye yeter mi?”

Bu olayın kadın boyutu, bir de genel boyutu var. Baş tarafta ifade etmeye çalıştığımız gibi, sportif alanda başarılı olabilmek günümüzde aşırı bir disiplin ve tempoyla çalışmayı gerektiriyor. Tabii bu da hayatınızdan ve hayat tarzınızdan olağanüstü derecede fedakârlık istiyor. Peki değer mi dersiniz? Böyle bir tempoda “spor” yapanlar hayatlarının sonlarına kadar sağlıklı ve mutlu mu yaşıyorlar? 80-90 yaşına kadar yaşayan, hem de sağlıklı ve mutlu yaşayan sporcu aklıma gelmiyor benim. Varsa bile istisnadır. Hayatının gençlik yıllarında metabolizmayı aşırı derecede zorlayıp, madalya kazanıp, sonra ucube gibi bir ömür sürmek akıllıca bir iş midir?

Boşverin. O kadar kasmaya gerek yok. Bilimde, sanatta, ekonomide başarısızlığımızın nedenleri tartışılır ve o alanlar spor gibi değildir, kabul. Fakat onlar da bir başka yazının konusudur. Biz şimdilik sağlıklı yaşam için günde on bin adım (!) yürümeye çalışalım yeter.

 


Bülent Şirin 'ın Yazısı.