Sınırları Gözetenin Sırrı Fâş Olmaz
Sırrını sadece Allah ile paylaşanı Allah kimseye ifşa etmez. Sırrını sadece Allah’ın bilmesini isteyeni Allah kimseye bildirmez. Onu kendi rububiyetinin ve zatının örtüsü ile örter. Velev ki bu sır günah bile olsa Allah onun cezasını sadece o kulun anlayabileceği bir tarzda verir. O yüzden günah bile olsa sırrını örtmek, halini gizlemek, saklı kalmak insana daha çok yakışır. Onu kulluğa yaklaştırır.
Halife Ömer bir gece vakti Abdullah bin Mesud’la Medine sokaklarında dolaşırken açık bir kapının aralığından, önünde şarap, cariyesinden şarkı dinleyen bir ihtiyar gördü. Hışımla kapıyı açtı ve ihtiyara çıkıştı:
- Bu gece şu ihtiyarın yaptığından daha çirkinini görmedim!
İhtiyar hiç telaşa kapılmadan cevap verdi:
- Müminlerin Emirinin yaptığı benimkinden fenadır; gizli halimi araştırdı, dahası izinsiz evime girdi.
Yüce Halife birden durgunlaştı:
- İhtiyar doğru söyledin. Eğer Allah Ömer’i bağışlamazsa vay haline…
İhtiyarı kendi haline bırakıp giderken Halife’nin gözlerinden yaşlar akıyordu. Ama O’nun derdi zannedilenden daha farklıydı: Bu zamana kadar kendi yaptığını çocuklarından bile saklayan bu adam ya Halife ile bu yaşadıklarından sonra işi daha da azıtırsa ne olacaktı?
İhtiyar uzun bir müddet Halife’ye gözükmedi. Günler sonra Hz. Ömer mescitte arkadaşları ile otururken ihtiyarın sessizce arkalarda bir köşeye iliştiğini gördü. Onu çağırttı. Yaptıklarının korkusu ile tedirgin bir halde yanına yaklaşan ihtiyara iltifat etti, yanına oturttu. Bir ara yavaşça kulağına eğildi ve şunları söyledi:
- Allah’a yemin ederim ki o gece gördüklerimi kimse ile paylaşmadım. O gün benimle olan Abdullah da öyle…
İhtiyar da aynı şekilde Halife’nin kulağına eğildi:
- Ben de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki o günden sonra o işi bir daha yapmadım.
Duydukları ile heyecanlanan yüce Halife heyecanlanarak yüksek sesle “Allahü Ekber” diye haykırdı. Etrafındakiler şaşırdılar. Ama şaşkınlıkları Halife’nin ve ihtiyarın hiçbir şey söylemeyen yüzlerinde bir muhatap bulamadı. Kıyamete kadar da bulamayacaktı da...
Günahını örtmek, ifşa etmemek bir edep, başkasının günahını örtmek ise daha yüksek bir edeptir. Çünkü insanlık fazileti ve erdemi; günah, kötülük ve çirkinlik ile değil sevap, iyilik ve güzellik ile bilinmeyi gerektirir. Günahı ile bilinmeyi seçmek küstahlıktır. Günah işlemek, her şeye vâkıf olan Allah’a karşı bir saygısızlıktır, ama kullardan saklanabilecek bir kötü hali ortaya saçmak daha büyük bir saygısızlıktır. Bu günahı kamuya mâl etmek, tabiri caizse kamu suçu işlemek demektir. Kamuya mâl edilen günah; açılmış, saçılmış bir cife gibidir ki tıpkı açıktaki bir pisliğin kokusu gibi etrafı rahatsız eder. Günahını açan ve saçan hem diğerlerinin zihinlerini ve gönüllerini bulandırmış, hem de Allahımız ile sadece kendisine has o mahrem dairesini hiçe saymış demektir.
Mahremine namahreme açan, sadece kendine ait özel alanı ihlal etmekle kalmaz; ihlal ettiği alanın ötesindeki korkutucu bir sahaya transfer olur. O artık kendi sınırlarını yok saydığı için yapabilecekleri ve işleyebilecekleri ile ilgili eminliği yitirmiştir. Halifenin ihtiyar hakkındaki korkusu sadece kendisinin onun özelini ihlal etmesinden kaynaklanan şahsi bir pişmanlığın ötesindedir. Görüldüğünü görenin artık görülmekle ilgili bir derdi kalmamıştır. Görüldüğünü bilen, kendisini bir yerde tutan psikolojik sınırı aşmıştır. O sınır aşıldı mı aşılmayacak sınır kalmamış demektir. O yüzden mahremimizin sınırlarını korumak aslında taşkınlığımızı, fütursuzluğumuzu ve cüretimizi dizginlemek demektir.
Örtüp sakladığımız bir hayatımız yoksa mahremimiz de yoktur. Mahremi olmayanın sınırı yoktur. Sınırı olmayanın, sınırları olan Allah nezdinde bir hükmü yoktur.
Mahremini namahreme açan, kendi özel alanını ihlal etmenin, sınırsızlığın ve fütursuzluğun ötesine taşmanın dışında çok vahim bir işe daha sebep olur. O da başkalarının sınırlarının ortadan kalkmasına yol açacak bir aymazlığı körüklemektir. Kendi öz mahremiyetini ihlal eden sadece kendisini ve kendi geleceğini ipotek altına almakla kalmaz, aynı zamanda yekdiğerinin mahrem dünyasına da müdahale eder. Kimse kimsenin mahremine vâkıf olmak istemez. Ama birilerinin mahremi; ifşa ettikleri, açtıkları ve saçtıkları ile herkesin gündemi haline geliyorsa orada sadece mahremi örselenen insana ilişkin değil, mahrem kalması gereken alana maruz kalan diğer insanlarla ilgili de ciddi bir hak ihlali var demektir. Bu anlamda mahremini namahreme açan ortak iyinin, güzelin ve doğrunun temeline dinamit koyuyor demektir, çünkü kendi mahrem dünyasını sınırsız ve sorumsuz bir şekilde açan birisinin sergilediği narsistik duruş sadece buna maruz kalanları değil, bizatihi mahremiyet kavramının da içini boşaltan olumsuz bir çarpan etkisi oluşturmakta, bu da temelleri sarsmaktadır. Aslında bu mahremin yeniden tarif edilmesinden başka bir anlama gelmez. Mahremin ifşası ile mahrem diye bir şey kalmamakta, bu ortamda özel hayat, yokluğuna yakın bir koordinatta yeniden tanımlanmaktadır. Sui misal, misal olmaz derler; bu ortamda sui misal misal olmakla kalmamakta, zamanla misalliği de aşarak, bizatihi asıl haline gelmektedir.
Halife Ömer’in ihtiyarla vardığı örtülü mutabakat, asıl olanın zedelenmemesine ilişkin bir erdemli dayanışmasıdır. Bu misalde erdemlilik, günahkâr olmamak demek değildir; erdemlilik, günahı ifşa etmemek demektir. Günahı, günah olduğunu bilerek işleyenin bunun gizli kalmasına yönelik erdemi, tecessüs ve mahremi ihlal ile günahı çoğaltan bir müdahale ile karşı karşıya kalmış, ama hemen akabinde yine gizliliğin korunmasına yönelik bir diğer erdemli hareket durumu dengelemiştir. İhtiyar günahkârdır, Halife Ömer de tecessüs ve özel mülke izinsiz girmekle sorgulanabilecek bir noktadadır ve fakat ikisinin buluştuğu setretme, ifşa etmeme, saklama tavrı bir sonraki adımda her iki tarafın da daha erdemli bir noktaya intikalini temin etmiştir. O noktada artık o günahı işlemeyerek iyilikte mesafe kat eden bir ihtiyar, ihtiyarın mahremini namahreme açmayarak erdemde mesafe kat eden bir Halife vardır. Ama dahası bu müşterek tavırdan ortaya çıkan bir tür kamu yararıdır ki orada günah ifşa edilmemiş, ihtiyar yakınları ve toplum nezdinde rezil olmamış, toplum sui misalle, iyilik ve güzellik normlarını tehdit edecek bir tarzda sınanmamıştır.
Bizler, her birisi O’na ait özel bir murad ile dünyaya gönderilmiş kullar olarak sadece O’nunla paylaşabileceğimiz, sadece O’na mahrem hususi alanlara sahibiz. Bu mahrem alanın kıymeti, gündüzün yanında gecenin kıymeti gibidir. Herkese ayan olan yanlarımız gündüzümüz, kimsenin vâkıf olamadığı yanlarımız gecemizdir. Gündüz ifşa edilmiş, gece örtülmüştür. Ve gündüz ile gece birbirini takip eden ayetlerdir. Dönüp duruşlarında akıl sahipleri için büyük ibretler vardır. İfşa ettiklerimizle yürüyen hayatımız setrettiklerimizle dengesini bulur. Örtüp sakladığımız bir hayatımız yoksa mahremimiz de yoktur. Mahremi olmayanın sınırı yoktur. Sınırı olmayanın, sınırları olan Allah nezdinde bir hükmü yoktur.
Allahımız kendisini sınırları ile tanımamızı istemektedir. O’nun sınırları O’nun bizimle olan irtibatının koordinat noktalarıdır. O’nun sınırlarına dikkat eden O’nun ahdine sadakat gösterme çabası olarak tarif edebileceğimiz şu hayatta yapılması gereken ilk adımı atmış olur. Sınırları gözeten aslında ahdine en çok sadakat gösterenin mahrem dairesine dâhil olmuştur. Sırrını sadece Allah ile paylaşanı Allah kimseye ifşa etmez. Sırrını sadece Allah’ın bilmesini isteyeni Allah kimseye bildirmez. Onu kendi rububiyetinin ve zatının örtüsü ile örter. Velev ki bu sır günah bile olsa Allah onun cezasını sadece o kulun anlayabileceği bir tarzda verir. O yüzden günah bile olsa sırrını örtmek, halini gizlemek, saklı kalmak insana daha çok yakışır. Onu kulluğa yaklaştırır. Hattızatında kulluk O’nunla kimsenin vâkıf olamadığı ve olamayacağı bir tür özel irtibat alanına transfer olmak demektir ki bu alanın en farik vasfı mahremiyettir.
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.