Gladyatörler ve Öğrenciler
Kadir Bekâr
Üniversiteye başladım başlayalı amfileri hep sevmişimdir. Benim için Antik Yunan’daki arenalara benzerdi hep. Ortada bir gladyatör ve onu seyreden izleyiciler. Gerçi bizim profesörler kalemi kılıçtan daha beter tutuyorlardı ya neyse. Lakin her öğrenilen bilgi, cahilliğe vurulmuş tesirli ve ölümcül bir kılıç darbesiydi. Profesör kalemi her tahtaya dokundurduğunda cahilliğim birer birer yara alıyor ve ölümün behemehâl tadını her hücresinde hissediyordu.
O gün dersimiz Paleontoloji(fosil bilimi) ve profesör de tarih öncesi devirlerde yaşamış bir canlı türü olan Trilobitler’i anlatıyordu. Gözlerimi anlatılan bu konudan alamıyor, tefekkür etmenin hazzıyla Trilobitleri inceliyordum. Tam anlamıyla varlık harikalarıydı. Gizli bir şükür duasıyla, aklımı tüm ahengiyle atmıştım bilginin otağına.
Birinci vizeden önceki son ders olduğu için uzun zamandır görmediğim seyirciler de tribünler arasındaydı. Belli belirsiz bir uğultu hâkimdi amfiye. Bu uğultuyu meşhur Gladiator filminin başrolü Russell Crowe edasıyla savuşturunca profesör, burnunun ucuna düşmüş gözlüklerini bir parmak darbesiyle yerine yerleştirdi. Tam bu sırada sessizliği arka sıralarda oturan ve koskoca dönem boyunca yüzünü çok az gördüğüm, abus çehreli, saçları muhtemel uzun zamandır kullandığı jölenin etkisiyle yağlanmış bir erkek arkadaş bozdu. Çok tehlikeli bir sorunun eşiğinde olduğunun farkında bile değildi. “ Hocam, acaba bu trolabit midir nedir, bunlar sınavda çıkacak mı?” dedi. Sesi umursamazdı. Gladyatör’e gül atan adamlar yerine, beyaz mendil sallamayı tercih etmişti. Gladyatör sorunun manasızlığına kızmıştı kızmasına lakin öğrencinin Trilobit ismiyle dalga geçmesine ve derse ehemmiyet vermemesine daha fazla kızmıştı. Bütün duygularını belli etmemek için tok bir ses tonuyla: “ Evladım, ne biçim soru bu? Kitabın başından en son anlattığım yere kadar her yerden sorumlusunuz.” dedi. Profesör gözlüklerini tekrar düzeltirken, öğrencilerin kendi aralarında konuştuklarının büyük ekseriyetlilerini duymadı. Fakat kulaklarımdan zihnime ulaşan cümlelerden biri çok dikkatimi çekmişti.
Ön sırada oturan bir hanım arkadaş: “ Ya ne saçma ders, yok fosil falan, yıllar önce yaşamış ölmüş, bana ne ya. Valla 50 alsam, dersi geçsem yeter!” İçimden: “50 alsam yeter mi? Nasıl yani? Biz bunun için bu amfileri dolduruyoruz? Amacımız sadece 50 almak, dersi geçmek mi? Bu Yunus Emre’nin: “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsin /Ya nice okumaktır” mısralarına ihanet etmek olmaz mı?” dedim. Sizce yeter mi? Bence yetmez arkadaş! Ana ideal başkalarıyla yarışmak değil, en doğru bilgiye ulaşmak olmalıdır. İlim’i ilim olduğu için talep etmeliyiz. Nurettin Yıldız hoca güzel diyor: “Allah`ım! Bize bir nesil ver, diplomalara tapınmasın. Bir A4 kâğıdı uğruna dininden taviz vermesin.” Eğer ben bilgiyi arzu ediyorum ama bulamıyorum dersen kardeşim, bunun cevabını da ben değil Sokrates versin.
Bir gün genç bir adam Sokrates’in yanına gelir ve ona şunları söyler: “İrfan kazanmak bir sürü eziyete katlanarak 2300 kilometre yol yürüdüm. Öğrenmek istiyorum ve bu yüzden size geldim. Bana bilgi verir misiniz?”
Sokrates, gence kendisini izlemesini söyler ve birlikte sahile doğru yürümeye başlarlar. Hoca suyun içine girer ve öğrencisi de onu takip etmektedir. Sokrates bir an durur ve aniden öğrencinin başını tuttuğu gibi suyun içine batırır. Genç adam uğraşır, fakat güç yetirip de çıkaramaz suyun içinden başını. Nihayet gencin direnme gücü tükenince Sokrates onu suyun içinden çıkarır ve sahile yatırarak pazara döner. Genç adam kendine gelir gelmez Sokrates’in peşine düşer tekrar ve onu bulur. “Sen bir öğretmen ve âlim birisin. Neden bana kötü davrandın?” diye sorar.
Sokrates gencin sorusuna soruyla karşılık verir: “Suyun içindeyken en çok neyi istedin?” “Hava istedim” der, genç adam. Sokrates buna karşılık şu cevabı verir: “İşte bilgi ve anlayışı hava kadar istediğin zaman, kimsenin sana bunu vermesini istemeyeceksin. Buna her yerde ve her zaman sahip olabileceksin.”
GENÇ'ın Yazısı.