Kadir Bekâr

Bir gün düşünün; ders olmayan ya da işe gitmediğiniz. Arabanıza benzin almaya paranız olmadığı fakat paranın da bir hükmü kalmadığı bir gün düşünün. Öyle bir gün düşünün ki kıyafet dolabınızda tek bir kıyafet dahi kalmadığı, yeni aldığınız ayakkabılarınızı giyemediğiniz, otobüslerin çalışmadığı, seferlerin iptal edildiği…

Böyle bir gündü işte. Gaipten gelmiş bir sesin hikmetine ve buğusuna bulaşmış tenlerin, bedenlerin çetin günü. Göz kapaklarından korku akan, dudaklarda cümle cümle hüzne tutunan ve içimde biriktirdiklerimden taşan bir gün…

Bu güne kadar hiç görmediğim surette bir yer ama ne kadar değişik. Sadece insanların olduğu bir yer. İnsan dolu her yer. Bizim evin arka bahçesindeki upuzun bir arsaya benziyordu. Hani şu top oynarken, topumuz komşumuz Fatma teyzenin camına az öpücük kondurmamıştı. Rabbim affetsin kadıncağız ne dil dökerdi bize. Biz dinlemez devam ederdik. Yoksa Fatma teyze de mi burada? Ya bakkal Ali amca, terzi Rıza, manav Osman… Yok canım ben öldüğümde onlar yaşıyordu. Nasıl gelecekler buraya. Hem onların yaşayacak koskocaman bir ömür dururken önlerinde ve ben göçerken bir ölüm meleğiyle ahirete daha 25’inde. Nerden çıkıp geleceklerdi.

Biri “Ya Asaf” dedi derin bir ses tonuyla, daha önce duymadığım bir ahenkti bu. Kafamı kaldırdım ve sesin geldiği tarafa baktım. Ben galiba buralarda daha çok görmediğim şeyler görecektim. Annem anlatırdı ama gafil ben. Kadın konuşurken sanki bana değil de duvara konuşurdu. Şimdi çıkmaz bir sokağın arifesinde, bir duvarın soğuk bakışlarına hapsedilmiş gibiyim. Ben şu an nerdeyim?

Cennette olsam, annemin dediği gibi, Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) görmem lazımdı, ya da Hz. Ebu Bekir’i, Hz. Osman’ı, Hz. Ömer’i, Hz. Ali’yi, Ehl-i Beyt’i, peygamberleri ya da İslam ile şereflenmiş müminleri… Diyelim burası Cennet, birazdan Hz. Peygamber(s.a.v.) çıkıp gelse ve karşıma dikilse, ilk kez göz göze gelsem bu upuzun arsada. Bu kadar zorluklara rağmen Allah’ı hiç zikzak çizmeden, dosdoğru anlatan bu adama, hayatta her zorluğu görünce kaçan ben nasıl sarılacağım? Birden durdum ve sordum kendime, ben nerdeyim?

Cehennemde olsam anlardım hallerinden insanların, cehennemden korktuğumdan daha iyi bilirdim orayı, hani Allah göstermesin gideriz oraya falan diye. Ki Allah gösterecekken her göze orayı. Benimkisi de bir kaçış işte. Ama burası cehennem de değildi. Artık durmuyordum, koşar adım kaçıyordum benden, günahları eş tutmuş sevaba bir bedenden ve artık bağırarak soruyordum, ben nerdeyim?

Az önce bana Asaf diye, adımla seslenen ses artık daha rahat duyabileceğim bir kıvamda başka şeyler de söyledi ve ben de sererek göz kapaklarımda biriktirdiğim gözyaşlarımı önüne, edeple dinlemeye başladım.

“Ya Asaf! Sen şu an Araf’tasın. Arasat’ın kalbindesin. Keşkelerin en büyük tepesindesin.” Dedi ve sustu. Herkes gibi bendeniz Asaf da ağlıyordu. Birden gözlerimi kapattım ve açtığımda galiba terim de gözyaşlarıma eşlik etmiş olacak ki vücudum ıslak bir haldeydi. Ama gözlerim az önceki Araf’tan uzak bir yere bakıyordu, bana hep yakın olan, benim yakınımda tuttuğum bir yere, odama bakıyordu.

Kafamı kaldırdığımda yine sordum, ben nerdeyim? Biraz garip ama ben galiba evdeyim. Dolabın üstünde tozlanmış Kuran-i Kerim’e çöldeki seraplara namzet bir bakış attım ve asıl tozlananın o kitap değil yüreğim olduğunu anladım. Kalktım çölün ortasında taze bir abdest aldım, yeni bir günün başlangıcında tekbirlerle huzura vardım. 


GENÇ'ın Yazısı.