Sisler Ülkesi
Sabahın beyaz ipliği gecenin siyah ipliğinden ayırt edildiğinde tek bir gözyaşı toprağa düşüyor ve her damladan mor deve dikeni büyüyor. Bu sarayın sahipleri katil kuzeninin torunları oldukça gözyaşı toprakla buluşmaya devam edecek.
Çok tanrılı zamanların bilge kişileri ölüme mahkûm edilirdi. Efsuncu kadın yaşatılmadı. Cadılık gerçekten var mıydı? Yoksa kilisenin oyunu muydu? Ortaçağ’da Jeanned’Arc’ı diri diri yakanlar 1920’de azize olarak kutsarken kendi hatasını kabul etmiş oldu. Yalnız İskoçya’da dört bin cadı öldürüldüğünde, kimi özgürlüğünü isteyen güzel bir dul kimi de ne dediğini bile hatırlamayan kamburu çıkmış kadınlardı.
Edinburgh’tan kutup dairesinin birkaç derece güneyindeki adalara kadar uzanan İskoç toprakları Britanya’dan farklı nefes kesici doğal güzelliklere sahip ve bu çekicilik her zaman başına bela oldu. Norman kralları İskoçya’yı kendi bölgelerinin bir parçası olarak gördü. İngiliz denetimine girdiler. Kraliçeleri Elizabeth tarafından idam edildi. 1999’a kadar parlamentoları bile olamadı ama hiçbir şey onları yıldıramadı. Çünkü Avrupa’nın en sert hava koşullarına alışık İskoçlar savaşçı ruhlarını ve sert yapılarını Britanya’ya esir düşen topraklarından aldılar. Gaydanın sesi hülyalı ve gizemli olduğu kadar disiplinliydi. Ekose eteklerin rengi modaya göre değişmedi. Her klan kendi tartanını* giydi ve Şef arazilerine yanan bir haç gönderdiğinde savaş başlamıştı.
Edinburgh İskoçya’nın kültürel ve idari başkenti. Avrupa’nın en zarif şehrinde yazın güneşin doğuşu ayın batışına karışırken geceye özlem duyarak geziyorum. Gece sokak lambaları yanmıyor. Kediler karanlık köşelere saklanamıyor. Uyuyabilmek için kalın perdeleri kapatıyorum.
Şehri gezerken yemyeşil tepelerde Akropolis’i gördüğümü sandım. Felsefeciler, yazarlar, şairler Edinburgh’u İskoçya’nın Atina’sı yapmak isteseler de sadece on iki sütun dikebilmeye paraları yetmiş. Şehir kendine has büyüsüyle sıra dışı ve çarpıcı, Atina’dan gelen gerdanlığa da ihtiyacı yok.
Kral yolunu ararken çok güzel bir parktan eski İngiliz evlerinin arkasına çıktım. Bakımlı gül bahçeleri biraz vahşi biraz düzenli. Ortaçağ’dan kalma bir kilisenin mezarlığında buldum kendimi. Boynu bükülmüş taşlar, yemyeşil çimlerde yapayalnız ev mezarlar. Bir örümcek rahatça örmüş hamağını en gösterişli kapıda sallanıyor. Yaşlı bir kedi taşların arasında güneşi arıyor. Rüzgâr sesleniyor “Mary, Mary, Maryyyyy…” Talihsiz Mary bu seyahatte hep yanımda.
Yürüyerek kaleye tırmanıyorum. Robert the Bruce ve William Wallace karşılıyor gelenleri. Gözlerine bakıyorum. Taştan vücuttan cesaretle bakan gözlere. Bu özgürlük savaşçılarının isimleri bile İskoçların kanını kaynatmaya yetiyor. Kale esasen Kralın çiftliği. Hayvanlar, işçiler, kilise, mektep, Kralın malikânesi ve çalışanların evleri kısacası yaşam kalenin içinde. Kapılar düşmana kapandığında ve demir sürgüler çekildiğinde hayat eksiksiz devam etmekte. Granit kayalar üstüne oyulan bu kartal yuvasından şehre iniyorum. Olimpiyat halkaları en göz alıcı noktaya yerleştirilmiş. Parkların bazıları sadece üye olanlara açık. Demir parmaklıkları anahtarınla açıp kendini özgürlüğe kilitliyorsun. Natıonal Gallery’de ki Sargent, Botticelli ve Rembrandt’ın unutulmaz tablolarını görsem de esas beni etkileyen şehrin Ortaçağ görüntüsüydü. İnsanlar, sesler, trafik, elektrik telleri bana zamanı hatırlatıyor. Hava Haziran ayında bile serin. Rüzgâr hikâyesini fısıldayıp, sis kulelere değdiğinde, gayda sesi taş duvarlarda yankılanırken şehir Ortaçağ’a geri dönüyor.
Bugün Kraliçe’nin Edinburgh’ta olmaması bizim için şanstı. Odaların birinde Mary’nin esirken işlediği nakışlara rastladım. Kedinin pençelerindeki fare kendisiydi. Elizabeth’in acımasızlığına hapsolmuş şanssız kraliçe. Bir haftalık bebekken babasını kaybedip kraliçe olduğunda şöhretin ve servetin uğursuzluğuna mahkûm olmuştu. İngiltere kraliçesinin kuzeni olmak onu ölüme sürükledi. Mary’nin de yaşadığı bu saray her kraliyet binası kadar gösterişli ve göz alıcı ama duvarlarının dibinde yıkıntıları kalan kilise sırlarla dolu. Gotik kuleleriyle sislerin arasından sinsi sinsi gülümserken Mary’nin hayaleti sütunlar arasında dolaşıyor. Kraliçelerin yönettiği bu adaya kadın hakimiyeti sinmiş. Sarayın bahçesi zarif çiçeklerle bezeli. Bir hafta önce Elizabeth’in İskoç önde gelenlerine verdiği davetin çadırları sökülüyor. Çimlere döşenen kırmızı halının izi silinmemiş. Mary her akşam kalıntıların arasında dolaşırken siyah elbisesinin etekleri yere değmiyor. Sabahın beyaz ipliği gecenin siyah ipliğinden ayırt edildiğinde tek bir gözyaşı toprağa düşüyor ve her damladan mor deve dikeni**büyüyor. Bu sarayın sahipleri katil kuzeninin torunları oldukça gözyaşı toprakla buluşmaya devam edecek. İskoç Kraliçesinin bağımsızca bu sarayda dolaştığı gün boynundan sızan kan duracak. Gözyaşı kuruyup elbisesinin etekleri toprağa karışacak.
*İskoç erkeklerinin giydiği geleneksel etek
**İskoç milli çiçeği
Hande Berra'ın Yazısı.