Ömer Öztürk

Son yıllarda, “tarih” ağırlıklı televizyon dizileri pek revaçta (iç ses: dizi için Batılılar “soap opera” yani sabun köpüğü tâbirini kullanırlar). Bu tür yapımlar olağanüstü alakâ uyandırıyor.

Şüphesiz televizyon kolay erişilen bir cihaz. En mühimi de bedava (iç ses: ne var ki, elektrik faturaları kabarıyor. Reklam bombardımanıyla, gönüller çeliniyor, ister istemez pamuk eller cebe gidiyor). Öyle olunca, tarihî diziler, hele içlerine bolca da entrika, kumpas sosu dökülmüşse, parsayı topluyor.

Öte yandan, bu tür yapımların tarihe ilgiyi arttırdığını söylemek çok zor. Halkın merak, araştırma ve öğrenme güdüleri çok zayıf olduğundan, hatta büyük ekseriyet namına böyle bir güdüden dahi söz edilemeyeceğinden, o dizilerdeki şahsiyetler halkın gözlerine sanki birer hayal kahramanı gibi görünüyor. Tarih üretmiyor, tüketiyoruz. Buna dense dense tarih tüketimi denir. Ne var ki, tarih fındık-fıstık nevinden bir tüketim gıdası değildir.

Misalen; meğer böyle dizilerden birinde Hesna Hatun isimli Osmanlı şahsiyeti sıkça geçermiş. Böyle dizilere müptela olan annemden öğrendim. Hafızam beni aldatmıyorsa, Genç Dergi’de Mart 2012 tarihli “Üsküdar” konulu söyleşimde ondan kısaca bahsetmiştim.

Mihrimah Sultan’ın dadısı olan Hace Hesna Hatun Üsküdar Sultantepesi’nde kendi ismini taşıyan Cami’nin avlusunda medfûn bulunuyor. Cami’nin bulunduğu sokağın adı da Hesna Hatun. Evvelce, Sultantepe değil Hesna Hatun Mahallesi derlermiş o semte.

Mesela diyorum, o sokakta evleri bulunup da o diziyi seyredenlerin kaçı başlarını kaldırıp da sokaklarındaki Hace Hesna Hatun Türbesi’ne göz atmışlardır?

Tarih bilincimizi çocukluktan başlayarak, sürekli eğitimlerle, kamunun geneline yaymak tek çıkar yol gibi görünüyor.


GENÇ'ın Yazısı.