Bir İnsana Gelecek Yazmak (!)
Kulları üzerinde hüküm verme hakkı, yalnız ve yalnız onların yaratanına yâni Rabbülâlemîn olan Allah’a aittir. Hiç kimse, onların elecekte şöyle ya da böyle cezalandırılacağı veya mükâfatlandırılacağı gibi konularda herhangi bir hükme varamaz, varmamalıdır da.
âlim b. Abdullah [ra] babasından duyduğu bir hâdiseyi şöyle nakleder:
“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, bir gün sabah namazının ikinci rekatında “Semiallâhu limen hamideh” diyerek rükûdan kalktıktan sonra, “Rabbenâ leke’l-hamd” duasını yapar ve sonra da bazı kimselerin isimlerini anarak duasına şöyle devam eder:
“Allahım falan, falan, falan kimselere lânet et! Onları rahmetinden uzak eyle!
Diğer bir rivâyette ise bu kimselerin isimleri şöyle açıklanır:
“Allahım! Safvan b. Ümeyye’yi, Süheyl b. Amr’ı, Hâris b. Hişâm’ı rahmetinden uzak eyle! Senin lânetin onların üzerine olsun!”
Bunun üzerine şu âyet nâzil olur:
“(Ey Nebiyy-i Ekrem!) Allah’ın onların tövbelerini kabul etmesi ya da onları cezalandırması meselesi, sana ait bir konu değildir. Esâsen onlar zâlimlerin tâ kendileridir. Bununla beraber, göklerdeki ve yeryüzündeki her şey Allah’a aittir; o dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır ve Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.” (Âl-i İmrân, 128)
Bu âyetin nüzûlünden sonra, Fahr-i kâinât Efendimizin, isimlerini anarak hiçbir kimse hakkında beddua etmediği rivâyet edilmiştir. Bu edebe binâendir ki İslâm âlimleri, muayyen bir şahsa beddua etmenin doğru olmadığını ve fakat şu şu işleri yapanlar diyerek genel ifâdeler çerçevesinde bu nevi bedduaların yapılabileceğini beyan etmişlerdir.
Ümmetine karşı son derece merhametli olan bir peygamberin şahsında tecellî eden bu ilâhî îkaz, tüm mü’minler için ve hatta bütün insanlık için çok önemli mesajlar ihtivâ etmektedir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Kulları üzerinde hüküm verme hakkı, yalnız ve yalnız onların yaratanına yâni Rabbülâlemîn olan Allah’a aittir. Hiç kimse, onların gelecekte şöyle ya da böyle cezalandırılacağı veya mükâfatlandırılacağı gibi konularda herhangi bir hükme varamaz, varmamalıdır da. Zira kulların kaderini belirleyen ve gayb diye ifâde ettiğimiz; idrâk ötesi âlemleri tümüyle bilen yalnız O’dur.
Nitekim hadis-i şeriflerde bir ömür boyu cennet ehlinin ameli gibi amel işlediği hâlde, son anda cehennemlik olan kimselerden bahsedilir. Yine aynı şekilde, hayatı boyunca cehennem ehlinin amelini işlediği hâlde, ölümüne az kala cennete girme bahtiyarlığına ermiş kullardan söz edilir. Bütün bu gerçekler şunu gösterir ki:
Kulların yarınına dair bir kanaat sahibi olmak ve üstelik bu kanaatini kesin bir bilgi gibi başkalarıyla paylaşmak, küllî irâde diye ifâde edebileceğimiz Hakk’ın tasarruf ve tecellîlerine karşı kendi konumunu bilmemek demektir. Diğer bir ifâdeyle başkaları üzerinde kader yazma cür’etinde bulunmak gibidir.
İşte bu sebepledir ki, gıybet, dedikodu, sû-i zan, ayıp araştırmak, başkalarını ayıplamak ve Allah’ın kullarını küçük görmek gibi davranışlar büyük günah kabul edilmiştir. Allah Resûlü’nün kendisinden başka herkesi helâk olmuş görenler hakkındaki şu beyanları, bu vasıfta olan kimseler için büyük bir uyarıdır: “İnsanlar helâk oldu diyen kimseden daha fazla helâkte olan kimse yoktur.” (Müslim, Birr, 139)
2. Bir insan, kendisinin bile yarınına dair kesin bir kanaat sahibi olmamalıdır. Zira bir başka âyet-i kerimede de ifade edildiği gibi “Hiçbir kimse yarın ne elde edeceğini, ne kazanacağını bilemez.” (Lokmân Sûresi, 34). Bu gerçek, yüreklere bir yönüyle ümit, diğer bir yönüyle de korku yüklemektedir.
Dününe ve bugününe bakıp, yarını hakkında güven içinde olmak ya da ümitsizliğe düşmek, esasen ilâhî takdiri gözetmeden gâfilce verilen âcil bir karar demektir. Bu hakikatin farkında olan uyanık gönüller, her an ilâhî irâdenin nasıl tecellî edeceğinin endişesiyle, yürekleri titreyerek dua ve yakarış dolu bir hayat sürmenin zarûretine inanır ve öyle de yaşarlar.
3. Herhangi bir kimse hakkında “bu adam olmaz”, “bu kişiden hayır gelmez”, “bunun kabiliyeti yok” gibi kesin kararlar vermek, Hakk’ın tecellî ve tasarruflarından gâfil olmak demektir. Yüce Allah bu bakış açılarının tersini tahakkuk ettirmeye her zaman kâdirdir. Zira mülkün sahibi odur. Anlatıldığına göre Sultan Fâtih, çocukluğunda biraz yaramazlık yapınca, babası II. Murat Han:
- Ne kadar yaramaz bir çocuksun, senden adam olmaz! diye çıkışır.
Orada bulunan ve velâyet sırrıyla kalp gözü açık olan Akşemseddin Hazretleri hafifçe gülümseyerek der ki:
- Fesübhânellâh! Peder ne der, kader ne der!
Dilediği kullarını aziz kılan, dilediklerini de zelîl kılan Yüce Mevlâ’dır. Nitekim, âyet-i kerimelerde bu hakikat şöyle ifâde edilir:
“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Âl-i İmrân, 26)
“Allah, insanlar için bir rahmet kapısı açacak olursa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek de yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır Sûresi, 2)
4. Allah Teâlâ, kullarını sevmekte ve dâimâ onları koruyup kollamaktadır. Onların isyan ve günahları ne kadar çok da olsa, Rahmân ve Rahîm olan Yüce Mevlâ, kullarına olan ihsan ve ikrâmını hiçbir zaman kesmemekte ve kendisinden başkasına kul-köle olmalarına asla razı olmamaktadır. Kıyâmet gününde de başkaları nazarında küçük düşmesinler diye hesaba çekecek olan da bizzat kendisidir.
5. Bir insan üzerinde ne kadar emeğimiz ve ihsânımız, geçici iktidar ve hükümrânlığımız olsa da, onun bizim değil Hakk’ın kulu olduğu gerçeğini hiçbir zaman unutmamalı ve onun Rabbinin biz değil, Yüce Allah olduğu hakikatinden asla gâfil olmamalıdır.
Netice olarak Hakk’ın kullarına O’nun adına saygılı olmayı şiâr edinmeli ve kulu ile Mevlâsı arasına girecek her çeşit düşünce, davranış ve tutum içinde olmaktan Hakk’a sığınmalıdır.
Adem Ergül 'ın Yazısı.