Ömer Faruk Türk

“Hiçbir şey yolunda değildi bu figürlerde. Yalnız bıçakçının bıçak ve baltaları keskin ve parlak, demircinin çekiçleri ağır ve silahçının malları öldürücüydü. Kaldırımların insanları her an sakatlayabilecek durumda ve yürünemeyecek halde olan taşları, küçük çamur ve su birikintileriyle evlerin önünde aniden kesiliveriyordu. Şiddetli yağmurda sular kıvrıla kıvrıla yola akıyor sonra da evlerin kapısından içeri doluveriyordu. “

Başını kitaptan kaldırmadan önce okuduğu son satırlar bunlardı. İçinde bulunduğu otobüsün, sanki o kitabını okurken zorlansın diye inadına bağıran motoruna rağmen. Kitabın kasvetli semtinden kafasını kaldırdı. Kitabın kasvetinin ne kadar gerçeklik payı olduğunu ölçecekti kendi içinde. Burnunun ucuna düşmüş olan gözlüğünü düzeltti.

Otobüste yeteri kadar yolcu vardı. Ayakta duran birkaç yolcu dışında herkes oturuyordu. Oturduğu koltuğun hemen karşısında yaşlı bir çift oturuyordu. Birbirlerine bakarken gözlerinden okunan ve yıllanmış olduğu halde hâlâ taze bir sevginin ta kendisi okunuyordu ona göre. Bir de yaşadıkları yılların onlara yüklemiş olduğu tatlı huysuzlukları rahatça görülebiliyordu tavırlarından. Hafif bir tebessüm etmekten kendini alamamıştı. Bu gayet güzel ve mutluluk verici bir manzaraydı. Sonra ayakta durmakta olan birkaç yolcuya göz gezdirdi. Otobüsün sürekli dur kalk yapmasına karşı koymaya çalışırken bir yandan da şevkle elindeki kitabı okumak için çabalıyordu adamcağız. Ne kadar güzel bir manzaraydı aslında. Kitap okumak için sarf edilen bir çaba vardı gözlerinin önünde. Ve o bunun tüm güzelliğiyle farkındaydı.

Otobüs pek öyle temiz ve bakımlı değildi, rengi belli belirsiz bir griye bürünmüştü zemininin. Cam kenarlarında bulunan plastikler yer yer aşınmıştı. Fakat her şeye rağmen otobüs gürültülü bir vaziyette hedefindeki duraklara doğru ilerliyordu. Bu da yeteri kadar iyiydi aslına bakınca.

Camdan dışarı baktığı zaman havanın çoktan kararmış olduğunu fark etti. Fakat havanın karanlığına karşı sokak lambaları gayet güzel bir şekilde işlerini yapıyor ve aydınlatıyorlardı her yeri. Dükkanların ışıklı tabelaları ve insanların kalabalığı… Her şey kendiliğinden olmuş gibiydi sanki. Her türlü sesin bir harman halini alarak meydana getirdiği o alışıldık uğultuda buna dahildi. Fakat her zaman olduğu gibi anlaşılmaz bir ahenk ve kişiliğe bürünmüştü dışarısı. Otobüsün camından ışık vesilesiyle aksini görüyordu. Ve böylece görebildiğini de hatırlıyor, içindeki vazgeçilmez inancın umudu kabarıyordu hissiyatında. Bunlar da güzeldi ve sanırım bu ufak şeyler dahi onun için yeterliydi.

Romanlar her daim güzeldi. Kasvetli olsalar da fark etmezdi onun için. Fakat şunu da biliyordu ki, gerçeklerin her zaman güzel bir yanı vardı. Kim ne derse desin fark etmezdi. Romanların neredeyse içinde kaybolacak gibi olduğu kasveti gerçek olamazdı biliyordu. Ve geç de olsa anlıyordu, görülen şey iyi yahut kötü olabilirdi lakin gerçek şuydu ki, tüm mana bakan gözlerdeydi…

Editör notu: Tırnak içine alınmış paragraf, Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi, 40. Sayfasından alınmıştır. 


GENÇ'ın Yazısı.