İsmâil Şu Kalbe Bir Yudum Su Ver!
Hacca iki büklüm gidilir, bunda bir şey yok; güzel de olur. Ama iki büklümken gidilmemeli. Hac, ertelenmemeli. Ve çıkınca ihramdan, biiznillâh arınmış bedenlere hemen, Uhud libası giydirilmeli. Zîrâ cihan, Okçular Tepesi’dir.
İlk defa ülkemin dışına çıkacağım. İstikametim, Mekke! Aman Allah’ım… Kendi içimden çıkıp, içime doldurmam gerekene gidiyorum. İstikametim, Mekke! Aman Allah’ım…
Diyanet’ten hac kaydım çıkmadığı için, bir yolunu bulup gitmeye kalkışmanın neticesini veriyor Allah. Hicaz’da yolcu taşımacılığı yapacak bir otobüsün, yanında götürdüğü otobüs tamircisiyim ben. Yanımda hac için giden ve evrakları bu otobüsün ikinci şöförü, elektrikçisi ve klimacısı olarak düzenlenmiş üç yol arkadaşım daha var.
Cilvegözü hudut kapısına gelince, bir sürü otobüsle karşılaşıyoruz. Onların içinde de aynı bizim düzen var. Şöyle bir geziniyorum, benden daha genci yok.
İçimden, yol boyu bunlarla hep karşılaşacaksak, ortama hizmet ilkönce bana düşer, diye geçiriyorum.
Öyle de oluyor. Cilvegözü’nden çok çabuk çıkıyoruz ama, Suriye’nin girişinde 8, çıkışında 11, Ürdün’ün girişinde 2, çıkışında 1, Suudi Arabistan’ın girişinde de 23 saatte bitiyor işlerimiz. Bu süre zarfında, abdestten yemeğe bütün ihtiyaçlarda ecir avcılığı yapıyoruz.
İkinci şöförün şöförlüğü olmadığı (!) için, şöförümüz, yorulunca otobüsü uygun bir yere çekip dinleniyor. Bu şekilde devam eden yolculuğun dördüncü gününün akşamı, Medine’deyiz. Aman Allah’ım…
Otobüsten ilk indiğimde, burnuma gelen kokuyu nasıl unutabilirim ki: Bal, evet bal kokusu! Bal kokan bir şehir Medine. İlkönce, “sana öyle geliyor” diyen arkadaşlarımın, birkaç saate kalmayan itiraf cümleleri.. İnce hesaplılık ve fazlaca dikkat; ne de işe yararmış.. Yol kenarlarında sıra sıra dizili ağaçlardan yayılan, bala çok benzeyen mis gibi bir koku. Şehre ve bağrındakine yakışır mı yakışır..
Hemen tazelenen abdestlerle, Ravza’dayız. Aman Allah’ım… Tahıyyatü’l mescid namazından sonra ayağa kalkıyorum; sol kolumu sıkı sıkı tutan ve Sudan’lı olduğunu söylediğini anladığım bir yaşlı müslüman, memleketimizi soruyor. “Türkiye” diyoruz. Gözleri doluyor ve “-Türkiye! Âhir zaman İslâm halife!” deyiveriyor. Zaten, Rasulullah Efendimiz’i selamlamaya hazırlamaya çalıştığımız kalplerimiz, nemini erken vuruyor yanaklarımıza.
Çeyrek çeyrek adımlarla, Bâbü’s Selâm’dan, Kâinâtın Efendisi’ne doğru ilerliyoruz. Her birimizde, bir utangaçlık, bir çekingenlik, bir suçluluk hâli var. Sonra, Şeref abinin ağzından “Kime gideydik Allah’ım? Habibine geldik!” ifadeleri dökülünce, biraz da rahatlamış olarak, en özlenilesi yaratılmışa ve onun dostlarına selamlar verip, selamlar iletiyoruz.
İstikametimiz Mekke olsa da, Habib-i Kibriya’dan ayrılışımız kolay olmuyor. Yeniden kavuşabilme dualarıyla yol alıyoruz mükerrem şehre.
Medine çıkışında ihrama giriyoruz. Tatmaya çalışıyoruz, kefen ve haşr hissini. Bu, başka bir şey, başka, bambaşka bir duygu. İki parça bezden, ruhani bir kıyafet..
Pasaportumuzdaki vizede, “Hac vizesi değildir.” yazdığı için, ihramlı olarak alınmayacağımızı öğrendiğimiz Mekke’ye girişimiz, yarım saatlik, yaya olarak, bir arazi yolculuğundan sonra, kontrol noktasını dolanmış olarak gerçekleşiyor. Ne tuhaf..
Ve Kâbe… Aman Allah’ım…Yanımıza aldığınız emanet dualardan, kendimizi unutma tehlikesi yaşadığımız, redd-i dua olmayan ilâhi mâbed.. Kâbe’yi ilk gördüğümüzde, daha önceden öğrendiğimiz İmam-ı Âzam duası yetişiyor imdâdımıza:
“Allah’ım, şimdiye kadar yaptığım, şu an yapıyor olduğum ve bundan sonra yapacağım duaları kabul eyle!” Sonra tavaf, say ve zemzem.. Ucundan aldırdığımız saçlarımızla beraber yere dökülen, birkaç damla umre sevinci…
Sonra, arefeden bir gün öncesine kadar geçen Beytullah vakitleri. Yüzbinlerce, milyonlarca insanın içerisinde, Hakk’ın dikkatine mazhar olma azmi. Dünyanın dört bir yanından “bir yolunu bulup gelmiş” garip, fakir, her renkten müslümanın arasında, gerçek zenginliğin ve Allah’ın boyası ile boyanmanın çırpınışları.
Bir kurum ve aracımız olmadığı için, kiralık olarak, Cennetü’l Muallâ’nın üst sokağından tuttuğumuz evimizden, yaklaşık 10 km. olan Mina’ya yürüyerek çıkışımız. İşte, gençliğin arandığı en hassas an. Tavafta ve sayda tekerlekli sandalyeleri kiralayan onca hacı adayı için hayıflanıp dururken, bunca yolu katetmekte hayati zorluklar yaşayan amcalara ve teyzelere ne demeliydim ki.. “Kısmet bu güneymiş” demek, diyebilmek, özellikle imkanı olan için, ne kadar doğru veya yeterli?
Mina’da beş vakit namaz süresince vakit geçirdikten sonra, arefe günü Arafat’tayız. Aman Allah’ım…
Lebbeyk! Allahümme lebbeyk!.. Aman Allah’ım…
Geri dönüşümüzde, 4,5 gün süreyle misafiri bulunduğumuz Medine’de, Efendimiz’in huzurunda, ancak bu kadar yanıp, yakılıp kül olabilirdik!
Arafat’ta vakfe… Aman Allah’ım… Hele hele, bir Allah dostunun çadırında, mahviyeti yaşamak!
Allah’ın bir ikramı olarak bulabildiğim Osman Nuri Topbaş Hocamız’ın çadırında aldığım doyumsuz manevî gıda, beni diyar-ı Hâcer’in (A.S.) bereketli çaresizliğine nasıl da taşımıştı…
Sanki kendime kardeş bilip, bir peygamberi gönlüme yapyakın hissedişimle: ”İsmâil, şu kalbe bir yudum su ver!...” demiştim.
Abdullah Sert abinin, “Allah’ım, ettiğimiz duaları, şu an, sana en yakın kulunun dualarına ilhâk eyle!” niyazı… Döktükleri gözyaşları ve ağlarken dudaklarını ısıra ısıra sarsılan bedenleriyle, kendini unutmuş, ümmetin derdindeki pâk mü’minler..
Müzdelife’de geçen taat ve dua dolu bir gecenin sabahında, yine yürüyerek şeytan taşlamaya gidişimiz.. Allah’ım ne kalabalık. Ağladığını görüyorum Şeref abinin; “Allah’ım, bizi senden söküp almaya çalışanlara inat, bak, milyonlar, sana geldik.” diyor habire.
Allah’ım, yaşadığımız altın hayatın özgül ağırlığının şuurunu ver bize! Dünyada, yediği önünde, yemediği arkasında olan ender Müslüman ülkelerden biri olan yurdumun gençliğine, beş vakit namazı dosdoğru kılıp, haccı gündemlerinde tutma bilincini nasip eyle.
Bu kalabalığın içinde hanımlar, çocuklar, yaşlılar, orta yaşlılar, çok az da gençler var. Niye?’lerimin sayısı çok kabarık.
Seksen küsür gram altını olan mı zengin sadece? diye sora sora, “Allah’ım idrak nasip eyle!” diye dualar ede ede yürüdüğüm uzun ama kısa yollar… Ayağında terlik bile olmayan Habeş’li Bilal’in torunlarını göre göre…
Allah’ım, yaşadığımız altın hayatın özgül ağırlığının şuurunu ver bize! Dünyada, yediği önünde, yemediği arkasında olan ender Müslüman ülkelerden biri olan yurdumun gençliğine, beş vakit namazı dosdoğru kılıp, haccı gündemlerinde tutma bilincini nasip eyle.
Her sene niyete koymak.. Mücadelesini vermek; olmasa da, niyet sevabına ermek…
Can, mal ve evlat imtihanını verebilmiş, İbrahim Halilullah’ın ve hatırına âlemler yaratılmış Fahr-i Kâinat Efendimiz’in, her türlü azaptan, gazaptan emin kılınmış, duaların reddolunmadığı memleketinde, istifade trenini kaçırmamak.
Ehl-i Beyt’in, Hulefâ-i Râşidî ’nin, ashabın, Allah’ın bir çok dostunun iklimini bir hamlede topyekün yaşayabilmek.
Ve o hayatı, taşıyabilmek, oradan çıkınca gurbet olduğunu anladığın, kendi öz memleketinde!
Hacca iki büklüm gidilir, bunda bir şey yok; güzel de olur. Ama iki büklümken gidilmemeli. Hac, ertelenmemeli.
Ve çıkınca ihramdan, biiznillâh arınmış bedenlere hemen, Uhud libası giydirilmeli.
Zîrâ cihan, Okçular Tepesi’dir.
Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.