Ömer Öztürk

Son yüzyılda medeniyetimizi yerle yeksan eden ne çok mefhum mevcut. Ama içlerinde en tahripkârı hiç şüphesiz lisanımızdaki akıl almaz yozlaşmadır.

Ancak felâket kelimesiyle ifade edilebilecek ve neresinden tutsak elimizde kalan dil tahribatı beş-on senedir endişe verici boyutlara ulaşmış, ecdâdımızın saf ve has Türkçesi çakıl taşı gibi ne yenilir ne yutulur bir şeye dönüşmüştür.

Daha birkaç gün önce bir dergide okuduğum şu kelimeye dikkat buyurunuz: hayvansal. Evet, aynen böyle yazılmış. Akıllarınca “hayvana has” manası verecekler. Fakat neden hayvanî değil de hayvansal. Bir kere, hangi dil olursa olsun, evvela bir kelimede ses uyumu, kulağa hoş gelip gelmeme gibi özellikler aranır. Hayvansal dediğinizde, kulağın ahenk ve musikisine ihanet etmiş olursunuz. İkincisi, bizim o mükemmel Kur’anî Türkçemizde bu tür sıfatlar î ile yapılır. Mesela Üsküdarî demek Üsküdarlı demektir. Üsküdarsal diyebilir misiniz? Ama onların mantığına göre demek icap eder. Öyle ya, hayvansal oluyor da, Üsküdarsal (!) niçin olmasın. Sonracığıma, bizim bir berrimiz vardı ki, bugün tamamen unutulmuştur; onun yerine ne diyoruz biliyor musunuz: karasal. Ve daha da traji-komiği hâlâ havaî diyebiliyoruz, hiç havasal diyen birine rastladınız mı? O halde berrînin ne günahı vardı ki, karasal gibi hacıyatmaz nevinden bir ucubeye dönüşüverdi; anlayan varsa beri gelsin.

Vaktiyle bu türde ne çok nevzuhur (uydurma) kelime türetmişiz: siyasal, bitkisel, evrensel, görsel, ruhsal v.s. Hepsi bir yana da şu yasala ne buyrulur? Kânûnî’nin suyu mu çıktı; o zaman oldu olacak Kânûnî Sultan Süleyman da olsun Yasal Sultan Süleyman. Tez yıkılın bre!

Dili güdükleştirmenin hiç kimseye faydası yok. Tek çare okullarımızda Osmanlıca derslerini mecburî hale getirmek. Henüz elli yıl önce yazılmış metinleri bile anlayamayan nesiller yetiştirdik; nesilleri de kuşaklara dönüştürdük; dönüştürdük dönüştürmesine de bu esnada kuşağın bele takılabileceğini, ama neslin asla takılamayacağını da gözden kaçırdık.

Eski lisanımızda bir uzatma işareti vardı, ^ diye tâbir olunan. Fransızlar ne kadar işaretleri varsa muhafaza ederlerken, bize bir uzatma işareti fazla geldi, kaldıramadık. Hâlâlar oldu hala, madem hala oldu, oldu olacak yenge de olsun demeye kalmadı; bu kez de kârlar oldu kar; mevsimi de değil, durup dururken nerden çıktı bu kar derken, aşıklar, varisler çıktı meydane. İkisi de birbirinden kepaze. Nereye kaybolmuştu âşıklar, hangi âlemdeydi vârisler?

Elbette, gençlerden ağdalı bir Osmanlıca ile, ninelerimiz ve dedelerimiz gibi konuşmalarını, hele yazmalarını hiç bekleyemeyiz. Çağ değişti, ister istemez çağa ayak uydurulacak. Fakat niçin bir şeyleri abartmalı? Ne gerek var o saçma sapan bilgisayar diline? Ne gerek var sesli harf alerjisine? Selâm yerine slm yazıyorsun, iyi hoş da ben nereden bileceğim belki sen salam demek istiyorsun. Sana salam yeme diyen yok, ye de güzel Türkçemi neden yiyorsun?

Pekii? Eskiden ama epey eskiden yabancı tramvay şirketinin vatmanı Türkçe konuştu diye patronlarından zılgıt yeyince, malûm şirketi basan, “vatandaş Türkçe konuş” diye kampanyalar başlatan gençlerimizin ne kabahati vardı? Böyle mi layık olacağız onlara? Sızlatmayacak mıyız kemiklerini? Onlar ki, inkılap gençliğiydi, ama en ateşli muhafızlarıydılar aynı zamanda o duru ve berrak Osmanlı Türkçesinin.

NOT: Bu konu çok uzun. Uzun vadeli araştırma ve ayrıca bir kitap telif etmeyi icap ettirir. Ama tavsiye edeceğim şu iki kitap bu konuda adamakıllı fikir sahibi olmanızı sağlayacaktır: Bin Uydurma Kelimeyi Boykot-Kadir Mısıroğlu ve Türkçenin Sırları-Nihat Sami Banarlı.


GENÇ'ın Yazısı.