Bir Kültür Meselemiz Bile Yok Artık!
Abdullah Güner
Rüzgara, yollara, gemilere, yelkenlere götüren şiirlerle sessizce giden bir yolcu. Farklı olayların bir kafeste buluştuğu cümleler hikayecisi… Şiirlerin, hikayelerin, düşüncelerin, dergilerin, konferansların, toplantıların mütevazi insanı Suavi Kemal Yazgıç Bey’le diri bir söyleşi yaptık. Buyrun:
ürkiye’de bugün yazar sayısının binden fazla olduğunu duyuyoruz. Bir yandan bu kadar kişi yazıyor çiziyorken diğer taraftan bu insanlar sadece bu işle nasıl geçiniyor diye meraklanmadan edemiyoruz. Yazarak geçinmek mümkün müdür?
Yazar sayısını neye göre hesaplamışlar pek anlayamadım. Acaba köşe yazarı sayısına göre mi? Onların da çoğunun yazarak geçinemediğine şahidim. Köşelerinden dolayı astronomik gelirleri olup ‘yazar’ olmayanlar da ayrı bir bahis bu arada. Ancak onların da yazarlık maharetlerinden daha farklı yönleri tedavülde. Zamanları gelince de tedavülden kalkıveriyorlar zaten. Türkiye’de yazı ile geçinenlerin sayısı tahminlerin de çok altındadır.
Bu arada hatırlatmam gereken bir şey daha var. Yirmi senedir yazıp, yazarak geçinememiş birine soruyorsunuz bu soruyu… Bugüne kadar çoğu zaman editörlük yaparak yani başkalarının yazılarını yayına hazır hâle getirerek medarı maişet vapuruna yakıt buldum. Şimdilerde ‘okuyarak’ yani redakte ederek maaşımı hak etmeye çalışıyorum. Okurluk yazarlıktan daha çok para ediyor galiba. Yine yazıyorum ama yazarak kazandıklarım geçimimi temin etmemi mümkün kılmıyor. Bunu bilerek yazıyorum zaten. Böyle yapmayı bir idealizm olarak da görmüyorum.
Sizin hem şiir hem de hikaye çalışmalarınız oldu. Yazı yazma hikayeniz nasıl başlamıştı?
Çok erken yaşta heves ettim yazmaya. İlkokuldaydım daha. Çok somut bir hikayem yok. Rahmetli annem bir okurdu. Onun için bir roman yazmaya heves ettim. Hâlâ da yazabilmiş değilim o ayrı… Yazıyı seçtim demek çok iddialı olur. Bir seçimde bulunamayacak kadar küçük yaştan beri yazmaya çalışıyorum zira. Zaman zaman çocuğu boğulmaktan kurtardıktan sonra alkışlara rağmen “beni kim itti?” diye soran gencin psikolojisini yaşasam da bu böyle…
İlk şiir kitabınız Mevlâna’nın “Şiir siyah bir buluta benzer / Onun arkasına saklı ayı severim ben.” sözleriyle başlıyor. Bu sözün üzerine soru sormak pek kolay değil ama sizde şiir neyin karşılığı olarak duruyor?
Şiir biraz kendimi tanıma, kendimi derli toplu ve ‘bütün’ görmeye çalışma gayreti galiba. Kimseyle yarışmak için yazmıyorum. Şiirin fevkalade insanüstü bir şey olduğunu düşünen modern fikri, şairlik payesinden bir mesihmiş gibi bahseden nevzuhur saplantıları doğru bulmuyorum. Çünkü şiir benim için ‘mahrem macera’. Öyle ise neden yayınlıyorum? Yayınlanmayan şiir eksik kalıyor sanki… Yayınlandıktan sonra da hem şiir hem de ben özgürlüğümüze kavuşuyoruz.
Türkiye’de ‘edebiyat ortamının’ kutuplaşmalara itilmesinin ya da nitelik kaybına uğratılmasının sebebi nedir?
Uzun zamandır kutuplaşmadan ziyade, klikleşme veya kabileleşme var belki de. Kutuplaşma daha eski dönemin hastalığı idi. Şimdilerde kutuplaşmaya bile hasretim esasen. Zira kutuplaşma varken insanlar şimdikinden daha geniş bir çevreye dikkat kesiliyorlardı. Kutuplaşma bir marazdı şimdi onun daha ileri bir safhasındayız belki de… “Hangi dünyaya kulak verse diğerine sağır” olan yazarlar daha küçük ve dar çevrelerle sınırlıyorlar kendilerini. Bu sınır zaman zaman o kadar küçülüyor ki kendi egosundan öteye köy kabul etmeyen insanlar peydahlanıyor.
En önemli kültür meselemiz nedir?
Kültür artık bir sorun olmaktan çıktı. Ancak kültür ‘sorun’suzluğumuz kendini sorumsuz hissetmenin ürünü. Üzerine fiyat etiketi yapışmayan ve yakışmayan hiçbir şey dert değil. Bir ‘tüketim’ kültüründen bahsediliyor uzunca zamandır. Bir kültür meselemiz bile yok artık. En önemli kültür meselemiz da bu bence.
Bize bir genç söyleyin, ona bakalım ve kendimizi bir hizaya çekelim. Kim olurdu bu? Dikkate aldığınız özelliği nedir?
Hizaya çekecek genç deyince aklıma ilk önce Hz. Ali [ra] geldi. Dikkate aldığım özelliği ise ilim beldesinin kapısı olması elbette.
İnternetle tam anlamıyla 2000’lerin başında tanışmamıza rağmen bizim için artık radyodan, televizyondan, yazılı basından daha öncelikli bir iletişim aracı oldu. Yaşanan bu hızlı gelişmeler internete adapte olmakta sorun yaşamayan gençliği ‘zombi’ mi yap(ıyor)tı? Herkesin ‘kendi ekranı, kendi dünyası’ mı var artık? Geldiğimiz noktayı kendi pencerenizden tahlil edebilir misiniz?
Radyo, televizyon ve yazılı basın da ilk çıktıkları vakitlerde internetin uğradığı eleştirilere benzer eleştirilere maruz kalmışlardı. Bâtıl olanı yaymak konusunda diğer araçlar ne hükmündeyse internet de nicelik olarak olmasa da nitelik olarak aynı hükümde. Best seller kitaplar da sonuçta ‘kendi ekranı, kendi dünyası’ olan ama ekran yerine selüloz parçası koyan bir hayat vazediyordu. Turistik yörelerin çöp sepetleri okunup, tüketilerek terk edilmiş best sellerlara da son durak teşkil ediyor. İnternete olan ilgi de benzer bir şey. Yani eskiden başka araçlardan devşirilen şeyler şimdi sanal alemden devşiriliyor. Eski olan kayıp bir kıymet veya hikmet barındırmayabilir yani. Bu yeni olandan ‘bulunmaz Hint kumaşı’ kıymeti beklememiz gerektiği sonucuna da çıkarmaz.
Suavi Kemal Yazgıç Kimdir?
1972’de İstanbul’da doğdu. Yazıları, şiirleri ve hikayeleri Ülke, Yedi İklim, Dergah, Kırklar, Yeni Dergi, Eksen, Bu Ülkenin Çocukları, Martı, Kanat ve benzeri pek çok dergide yayınlandı. Ayrıca Sağduyu, Yeni Şafak ve Milli Gazete’de yazdı. Haftalık İntermedya Ekonomi ve Gerçek Hayat Dergisi’nde çalıştı. Kitapları: Sebepsiz Serçe (Şiir)2001 Taş Suya Değince (Şiir)2007 Kırk Gri Hırka (Hikaye) 2002 Avrupa Birliği (Araştırma).
GENÇ'ın Yazısı.