“Bizim milletimiz kadar, kendi âbâ u ecdâdına düşman, beşer tarihinde ikinci bir millet gösteremezsiniz. Her milletin sonradan gelenleri (halefler), evvel gelmiş olanları (selefler), -ister ilim adamı, ister içtimaiyatçı, ister veli, ister edip olsun- alkışlamış ve tebrik etmiştir ” Ama bizde böyle değildir maalesef.

evgili Dostum,

M.E.B tarafından öğretmenler günü dolayısıyla hazırlanan bir afişe rastladım bakanlık binasında. M. Akif Ersoy, Yahya Kemal, Samiha Ayverdi, Halid Refiğ, Münir Nureddin Selçuk gibi isimlerin tabloları vardı. Resimlerin bittiği yerde bir de alt yazı:“Onların da bir öğretmeni vardı.” Birkaç devlet adamının dışında çoğu sanatçıydı bu isimlerin. Şair, yazar, edebiyatçı, yönetmen, bestekâr…

Bilim insanlarımızdan hiç biri yoktu o afişlerde. Sadece tesadüf müydü bu acaba? Doğrusu, bir tesadüften çok, bilinçaltımızda yatan bir hakikatin dışa vurumu gibi geldi bana bu. İlim adamlarına karşı vefasızlık! Yanımda, yurt dışında eğitime gitmek için sınava giren arkadaşlar vardı. Takılmadan edemedim kendilerine: “Boşa kürek çekmeyin arkadaşlar, kendinizi bu uğurda öldürseniz bile hiç esaminiz okunmayacak!” (Gülüştük.)

Sanatın ve sanatçının önemi elbette ki inkâr edilemez. Onlar, şiirleri, romanları, besteleri, filmleriyle belki topluma daha yakınlar. Ancak bilim insanlarını da göz ardı etmemek gerek. Neyse ki, hükümet, birkaç ilim adamının resimlerini paralara koydu da en azından onlar yâd edildi. Yeni nesil de onların isimlerini duymuş oldu böylece: Cahit Arf, Aydın Sayılı…

O tablolar arasında Halil İnalcık’ın, Fuad Sezgin’in isimleri olmalıydı diye düşündüm sözgelimi. Sahi bu insanlar neredeydi birkaç yıl öncesine kadar? Neden isimlerini duymuyor, kendilerini hatta kitaplarını hiç görmüyorduk?

Aslında cumhuriyet tarihi, biraz da ilim adamlarına yapılan vefasızlığın tarihi gibi gelir bana. Mustafa Sabri Efendi gibi bir ilim adamı vatana ihanet suçuyla ömrünün belki en verimli 32 yılını dışarıda geçirmek zorunda kalmış. Yani önce ihanet suçuyla gözden  çıkarılanlar var. Sonra medreselerin kapatılmasıyla toplum dışına itilenler. Yok hükmünde görülenler. Sonra üniversite reformuyla,  üniversiteden uzaklaştırılanlar… Ve nihayet 1960 ihtilalıyla kıyıma uğratılan 147’liler…

Geçelim Sabri Efendiyi, ben o tablolar arasında Müderris Elmalılı Hamdi’yi ve Ahmed Naim’i de görmek isterdim. Neticede onlar, işlerinden edilmiş de olsalar, bu ülkeye büyük hizmetler ettiler. Vefayı fazlasıyla hak ediyorlar.

Olayın siyasi tarafını bir biçimde anlayabiliriz. Onca sayü gayret bir tarafa bırakılıp maziyle irtibatımız koparılıyor. Esas ilim dünyasının vefasızlığını anlamak güç. Aynı vefasızlığı ilim camiası da gösterip çareyi ithal çözümlerde arıyor. Batıcı entelijansiya bir kenara, bizim camia yapıyor bunu. Biz yıllardır diğer İslam ülkesi düşünürlerinin eserlerini sular seller gibi okuduk. Ama maalesef, sözgelimi Sabri Efendi’nin kaleme aldığı Mevkıfü’l-Akl ve’l-İlm adlı devasa eserindeki fikir ve düşüncelerden mahrum büyüdük. Bence onların bıraktığı yerden devam etseydik bugün çok daha farklı bir ilmi seviyede bulunuyor olabilirdik. Hem dini ilimlerde, hem Batıyla olan hesaplaşmada…

Bu sebeple olsa gerek, Sabri Efendi, bizim millete vefasız der. “Bizim milletimiz kadar, kendi âbâ u ecdâdına düşman, beşer tarihinde ikinci bir millet gösteremezsiniz. Her milletin sonradan gelenleri (halefler), evvel gelmiş olanları (selefler), -ister ilim adamı, ister içtimaiyatçı, ister veli, ister edip olsun- alkışlamış ve tebrik etmiştir ” Ama bizde böyle değildir maalesef.

Mesela Macit Gökberk olsun, Niyazi Berkes olsun, Darü’l-Fünun’daki felsefe hocaları Ahmed Naim için tam bir vefasızlık örneği sergilerler. Onun mirasına sahip çıkmak, “Türkçe bir felsefenin imkânı noktasında” açtığı çığırdan gitmek şöyle dursun onu “tutucu, bağnaz, gerici” gibi yaftalarla aşağılayıcı bir tavır takınırlar. Bu olsa olsa İsmail Kara’nın dediği gibi, onu aşamamış olmanın getirdiği bir hazımsızlık olmalı! Hâlbuki o çığır bir biçimde takip edilseydi, yerli bir düşünce varlığından söz edilebilirdi belki bugün.

Kıymetli Kardeşim,

Neyse ki bugün tabuların birer birer yıkıldığını görüyoruz. Hem siyasi anlamda böyle bu, hem de tarihî geçmişimizle hesaplaşma anlamında. Tozlu raflarda bekleyen defterler gün yüzüne çıkıyor. Vefa bekleyenler, yavaş yavaş hak ettikleri yerlerini yeniden alıyorlar. Vefasızlık edenlerin de maskeleri düşüyor. Bunlar gerçekten sevindirici gelişmeler. Bu da yeni yetişecek ilim adamlarına her bakımdan cesaret veriyor.

Bâki selamlar…


Mesut Kaya'ın Yazısı.