Beyin Sürgünü
Francis Bacon “Bilgi güçtür” derken belki bilgiye biraz saygısızlık edip onu araçsallaştırıyor ama Taşköprülüzâde de “Dünya ilm ü amel üzeredir” diyerek sanki Bacon’i kısmen tasdikliyor.
efîk-i Sâdıkım!
Kulaklarımızın gayet aşina olduğu bir beyin göçü hadisesi var. Güya memleketin yetişmiş evlatları hak ettikleri değeri kendi coğrafyalarında bulamayınca başka diyarlara göç ediyorlarmış. Başka ülkeler için durumu tespit bize düşmez ama, bu ülke söz konusu olduğunda beyin göçünden değil beyin sürgününden söz edilebilir ancak. Çünkü ortada kişilerin iradeleriyle yaptıkları bir tercih yok ki buna beyin göçü densin. Yakın tarihteki olumsuz çağrışımları olmasa beyin tehciri demek daha münasip olabilirdi. İlme karşı gösterilen iki tarihi tavırla sözlerimizi açalım. İlki ilme verilen değerin, ikincisi ilim adamına yapılan gadrin resmini çiziyor.
Yıl 1256. Moğol hükümdarı Hülâgu, Batınîlerin ünlü kalesi Alamut’u kuşatır ve çetin bir mücadeleden sonra ele geçirir. O zamanlar Alamut’ta Batınîler dünyanın sayılı kütüphanelerinden birini kurarlar. Tabii ki çoğu yağma ve talanla ele geçirilmiştir kitapların. Tarih-i Cihângüşâ adlı eserin yazarı Alaaddin Cüveynî de danışman olarak Moğol hükümdarının yanındadır. Hülâgu Alamut kütüphanesinin kitaplarının dökümünü yapma görevini Cüveynî’ye verir. O da Batınîlikle ilgili kitapları yakıp diğer kitapların ve rasat aletlerinin bir dökümünü yaparak Hülâgu’ya sunar. Bu bilgileri Moğollar hakkındaki önyargılarımla karşılaştırdığımda doğrusu afalladım. Çünkü Moğol denen o barbarlar ilimden medeniyetten ne anlarlardı ki? Onların başarıları sadece bilek gücüne dayanıyordu! Oysa önyargılarımızın aksine hiç kayda değer görmediğimiz Moğollar bile varlıklarını ilimle tahkim etmişlerdir.
Francis Bacon “Bilgi güçtür” derken belki bilgiye biraz saygısızlık edip onu araçsallaştırıyor ama Taşköprülüzâde de “Dünya ilm ü amel üzeredir” diyerek sanki Bacon’i kısmen tasdikliyor. Ancak yakın tarihimizde ne Bacon’ın ne de Taşköprülüzâde’nin çağrısının yankısı duyulur. Bu tarih ilim adamlarına yapılmış gadr örnekleriyle doludur. Birkaç örneği zikredelim. Cumhuriyet devrimleri yapılmış ve birçok medrese hocası açıkta kalmıştır. Bunlardan biri de İsmail Sâib SENCER’dir. O da Beyazıt kütüphanesine memur olarak tayin edilir. Öyle bir alimdir ki İsmail Sâib SENCER, Oryantalist Helmuth Ritter onu şu ifadelerle tanımlamaktan kendini alamaz: “Hafızasındaki bilgiler çalıştığı kütüphanenin kitaplarından daha fazlaydı.” Zaten o dönemde kendisine ayaklı kütüphane lakabı takılmıştı. Böyle bir alimin yeri elbette üniversite olmalıydı.
Bu ülkede insanlar öz vatanlarında göçmen durumuna düştüler. Nurettin TOPÇU gibi bir filozof, doçent unvanıyla lise öğretmeni olarak emekli oldu. Sorbonn Üniversitesine sunduğu İsyan Ahlakı adlı doktora tezi birincilik ödülüne layık görülünce Ahmet Nureddin’den (O vakit soyadı kanunu henüz çıkmamıştı) bir talepte bulunması istenir. Okulun geleneklerine göre birinci gelen şahsın bu dileği katiyen yerine getirilecektir. (Hep idam mahkûmlarına dilek sorulmaz ya!) Ahmet Nureddin, bayrağımızın bir hafta boyunca okulun bayrak gönderinde dalgalanmasını talep eder. Böyle hisler taşıyan bir insan ülkesine döndü ama lise öğretmenliği yapmak zorunda kaldı. Peki, bu durumu nasıl ifade edelim? Ben, beyin sürgünü kavramsallaştırmasıyla bu tarihi hataların ifade edilebileceği kanaatindeyim.
Sözün hitamı miski olsun diye hikmetin estetik kalıbına döküldüğü Ziya Paşa’nın bir şiiriyle sonlandıralım yazıyı.
Derde uğrar kim sadakat etse elbet devlete İstikamet mahz-ı cinnettir(sırf deliliktir) bu mülkü (ülkeye) millet
Ahmet İğdi'ın Yazısı.