Hem Şam`ın Şekerine, Hem de Arap`ın Has Yüzüne Hasretim
Sadece aynı ad ve kan bağıyla bağlı olduklarımız değil, dünyanın neresinde olursa olsun “acı ve feryadın” sahibi olan herkes bizim için mazlumdur ve mazluma, dini bile sorulmaz. Bu nedenle bizim atalarımızın söylemediğinden kesinlikle emin olduğum, “Ne Şam’ın şekeri, ne de Arap’ın has yüzü” istiğnası ve ukalalığı bizim için ayaklar altına alınmış bir tavırdır.
iz o saadet asrında yaşayamamanın tarifsiz kaybıyla, yüz yirmi dört bin sahabenin içinde yer alamamış olsak da; “Burada bulunanlar bulunmayanlara iletsin!” fermanı gereğince iletildi, duyduk ve iman ettik. Bedenen bulunamadığımız, ama manen içinde yer aldığımız bu güzel cemaatin duygularına ortak olduk. Her ne kadar, medeni dünya (!) insan hakları sahasında ilk ele alınan bildirge olarak, “Manga Carta Sözleşmesini” bilse de durum bundan çok farklıdır.
Gayet normal görebileceğimiz “insanî ve âni bir kızgınlıkla,” “Sus be kara kadının oğlu!” diye aşağılamıştı Ebu Zer. Üzüntüye gark olunca Bilal, can yakıcı cevap gecikmedi; “Ya Ebu zer! Yoksa sende hâlen cahiliyenin kalıntıları mı var?” 23 yıllık tebliğ hayatında, asla bu işlere müsaade etmeyen kutlu nebi; veda hutbesinde “Arap’ın Arap olmayana, Acemin de Arap’a karşı, (olduğu sanılan) tüm üstünlük iddiaları” ayaklar altına alınmıştı. Şeytanın bu topraklardan umudunu kestiği müjdesiyle beraber…
Öğünmeyi pek seven insanoğlu Kur’ân’ın ifadesiyle “Mezarlıkların bile çokluğuyla” üstünlük taslar oldu. “……’ün, ……… ‘den başka dostu yoktur, Bir ……. dünyaya bedeldir, ……..’ten olmaz evliya, olsa da katma avluya.” Diye bir sürü hamaset ve ırki söylemleri bayrak edindiler. Öyle ki, bu boşluklar her ülke ve ırkta, oraya uygun olarak dolduruldu. Her kesim diğerinden şikâyetçi oldu, ama aynısını işlemekten de geri durmadı.
Zira bizim bildiğimiz dünya tarihinde ilk ırkçılık yapan İblis olmuştu. Kendi cinsini, diğerlerinden -cinleri insanlardan- üstün görünce, şeytanlık makamına tenzili rütbe gitmişti. İslam’ın ilk yıllarında, beğenmedikleri köleleri yanından uzaklaştırma karşılığında imanı teklif edenlere; tokat gibi ret cevabı erişmişti.
Kur’an-ı Kerim’de tam 14 yerde geçen “millet” kelimesi bizim bilgilerimizin aksine, hepsinde de DİN anlamına kullanılmıştır. Çoğunda da “Atanız İbrahim’in dini” diye kullanılır. Kur’ân’da orucu ifade den “savm” kelimesine, hiç de alakası olmayan bir anlamı vermek ve buna çağırmak, nasıl Kur’an tahrifi ise, din ve dindarlık anlamına gelen millet kelimesini “ırk” manasına yorumlamak ve onun ardından alkış tutmak da, o nispette tahrif olmayacak mıdır?
Sizi bilmem ama ben, büyük çoğunluğunu müftü ve müderris seviyesine sahip âlimlerden müteşekkil ilk meclisin duvarlarına asılan; “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ifadesini merak ediyorum. Yani o gün orada bulunan üyeler, hâkimiyeti gerçekten bir ulusa ve halk topluluğuna mı vermişti, yoksa “millet” kelimesinden anladıkları güce mi?
Daha doğmadan önce ve bize sorulmadan, Allah tarafından ilahi taksimatla belirlenmiş bir husus için başkalarına hava atmak, çok akıllıca olmasa gerektir. Yüzünün rengi kara ama gönlü tok ve berrak Afrikalı için kim bilir, beyaz adam nasıl bir sömürü ve barbarlığı temsil ediyor.
İstemeden sahip olduklarımız yerine, seçerek benimsediklerimizin etrafında kümelenir ve kenetlenirsek daha az acıya muhatap oluruz. Son günlerde ayyuka çıkan bu tartışmalarda, hangi sözün nerede ve kim tarafından söylenmesinden daha çok, bizim hangi fikir ve düşüncenin yanında olacağımız ilgilendiriyor. Peygamberler dışındaki şahıslar -ki onlar Allah tarafından görevlendirilmiştir- “mutlak bağlayıcı” olmadığı için, biz kişiden daha çok, imanımızla örtüşen fikirleri inceler ve hangisinin yanında, nasıl bir pozisyonda bulunacağımızı ona göre belirleriz.
Sadece aynı ad ve kan bağıyla bağlı olduklarımız değil, dünyanın neresinde olursa olsun “acı ve feryadın” sahibi olan herkes bizim için mazlumdur ve mazluma, dini bile sorulmaz. Bu nedenle bizim atalarımızın söylemediğinden kesinlikle emin olduğum, “Ne Şam’ın şekeri, ne de Arap’ın has yüzü” istiğnası ve ukalalığı bizim için ayaklar altına alınmış bir tavırdır. Ama biz bu sevgi ve nefret reddini sadece “bir” kişi veya zümreye has kılmıyoruz.
“Tüm Mü’minleri kardeş olarak gören ve üstünlüğü takvaya bağlayan” ilahi düstur, bağlayıcılığını korumakta ve bu konuda temel kıstası belirlemektedir. Allah’ın bir gül bahçesindeki renklerinin hepsine bir at gözüyle bakıp, tek renk olarak görmek ve desenlerin çekiciliğini yok saymak ne kadar gaflet ise, “Elbette onlar da Müslüman ve din kardeşimiz. Fakat ……..” diye devam eden cümleler, empatiden uzak şeytani egoizmin tezahürüdür.
Tüm bu nedenlerle, iş bu sözleşme; Kelime-i Şehadet’i söylemekten daha değerli başka bir ortak ve bağlayıcı kelime ve cümle bilmeyeceğimize, insanlar arasında arzuları dışında gerçekleşen özellikleri sebebiyle tasnif yapmayacağımıza, Allah Resulü’nün 23 yılda ayaklar altına aldığı tüm menhiyatı diriltmeyeceğimize dair beyandır.
Haşim Akın'ın Yazısı.