Bu ay yazısı AYIN YAZISI seçilenler: Hüseyin Erdoğan, Meryem Neşe Gümüş, Sebahat Meraki ve Süleyman Nergiz... Tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyor ve bekliyoruz.

Yazı Hakkında Metin Karabaşoğlu`nun Yorumu: “Her insanın tövbe etmeye hakkı vardır” ana fikri üzerine kurulan bir hikâye kaleme almışsın. Hikâye kurgusu olarak zaaflar var, metnin akıcılığı çok güçlü değil; ama ele aldığın konu ziyadesiyle önemli ve o konuya yaklaşımın dengeli, ümit yüklü. Daha iyi olabilirdi yazın; ama işlediği konunun önemine binaen, yine de ayın yazısı adayları arasına alıyorum. İnşaallah sitemizde değerlendirebiliriz yazını. Gayretle devam.

Süleyman Nergiz`in yazısı:

Böyle demişti Derviş Dede, otuzuna girmiş Ahmet’e. Gerçekten her insanın tövbe etmeye hakkı var mıydı? Onca günahın, onca hatanın üstü bir tövbeyle kapanır mıydı? Hem kapansa bile geri yaparsa ne olacaktı? Kendi kendine sürekli soruyor, sürekli düşünüyor, sürekli efkârlanıyordu.

Ne güzel, tertemiz bir hayatı vardı. Kimseyi kırmaz, zarar vermez, iyilik delisi birisiydi. Elinden geldiğince insanlara yardım eder, hayvanlara bile göz kulak olurdu. Sonra yetimleri vardı, gücü nispetince sponsor olduğu, ağabeylik yaptığı. Yüzlerini hiç görmese, seslerini hiç duymasa da onların aldığı her nefesle, kendiside bir nefes alıyordu. Özetle, bir insan ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi olmaya çalışıyordu.

Nasıl olduğunu anlayamamıştı bile, kendini türlü günahların batağında bulmuştu. Zayıf anında, hassas yerinden yakalanmıştı. Bir kere kanına girmişti. Bir defadan bir şey olmazla başlamıştı yine. Melun; sen şöylesin de, sen böylesin de, aslında senin niyetin buda, sen bunları benim külahıma anlat ta, bırak bu işleri yaşın gençte, bir arpa boyu yol alamadın da, artık bunca günahtan sonra çok geçte, bu bataklığa girdin, artık temiz çıkamazsın da ve daha bin bir vesveseyle içten içe kuşatmaya başlamıştı. İlk olarak namaz kıl(a)mamaya başlamıştı. Ne yapsa ne etse kılamıyordu, kıl(a)madıkça daha da uzaklaşıyordu. Hassasiyetleri azalmış, sağlıklı düşünemez hale gelmişti.

İşlediği günahlara ayrı üzülüyordu, bu hale düştüğüne ayrı üzülüyordu. Hatta kızıyordu, evet delice kızıyordu. İlk başlarda kendine kızarken, sonraları sanki kendi yapmamış gibi, içten içe Yüce Kudret’e sitem ediyordu. Sen istemesen böyle olmazdım da, Sen şartları oluşturmasan bu batağa düşmezdim de, Sen engellesen yapmazdım da, o kadar dikkatli yaşadığım halde bu hale nasıl geldim diye sürekli isyan içerisine girmişti.

Pek tabiidir ki Şeytanın en çok sevdiği, etki edebileceği insan tipindeydi şu anda. Kulağına fısıldadıkça fısıldıyor, kandırdıkça kandırıyordu. Nasıl bu kadar yakınlaşmışlardı, ne zaman araları iyileşmişti? İnsan ezeli ve ebedi düşmanıyla dost olur muydu hiç, ama maalesef oluyordu işte.

Keşke her şeyi unutup, hayat defterinden silebilseydi. Ama nasıl? Şöyle olabilirdi mesela: Bunca yorgunluğun üzerine öyle bir uykuya dalsa ki, ne kadar yattığının, nasıl kalktığının hiç önemi olmasa. İyileşmek, rahatlamak, unutmak için uyusa. Sonra uyansa, ağrısız, sızısız, tertemiz bir hayata başlasa. Bütün dertlerinden azade, asude bir hayata merhaba diyebilseydi.

Mesela şu da olabilirdi: Bilgisayarlarımıza temizlenmesi için format atarız, disk temizler, hataları yok say-hataları ayıkla deriz ya. Aynısını beynimize, gönlümüze, ruhumuza da yapabilsek ne güzel olurdu değil mi? Bütün hataları yok saymak, gerekirse ayıklamak ve hatta beğenmezsek silmek. Daha da olmadı, her şeyi yeniden kurup, hayata dipdiri başlamak.

Ah, ah sadece hayal! Ama iyi ki hayal etmek var, ya olmasaydı? Ya hiç güzel şeyler düşünemeseydik, ol(a)mayacağını bile bile bazı şeyleri umarız ya, ya umamasaydık. İnsanlar en zor zamanlarını bile küçücük hayallerle geçiştirebilirler değil mi? Zorluklar ve sıkıntılar karşısında güç aldığımız kendi moral dünyamız değil mi? Hiç hayal kuramayan ve olumlu düşünemeyen insan iflas etmiş sayılmaz mı?

Bazen insana bir ilham gelir ya, kafasında ani bir fikir gelişir. İşte böyle oldu, en iyisi gideyim Derviş Dedenin yanına, yüküme ortak edeyim O’nu da. Ya hayallerine ortak alsın beni, ya da temizlesin beynimi.

Derviş Dedenin evi şehrin en uzak, en sakin yerindeydi hatta köydü burası evet köydü. Ev dedik ama çoğumuza göre ev denemezdi belki, kimine göre barınak, kimineyse korunak. İki odası, küçücük banyosu, antreye birleşik mini mutfağı, hiç de moda olmayan halıları, gene halılara uygun olmayan yer minderleri, hatta yatılan yerin hemen üstünde kefeni asılı bir evdi burası. Biz dünyalıklara garip gelebilir ama ev sahibine göre lüks bile sayılırdı.

Ev, otobüs durağının hemen yanı başındaydı. Küçücük bir bahçesi, içinde güzelim bir kayısı ağacı ve asması vardı. Türüm türüm kokan nane, fesleğen ve gülleriyle karşılardı misafirlerini. Ahmet, arabasını her zamanki gibi bahçenin önüne itinalı bir şekilde yanaştırdı. Bahçe kapısını açıp, küçücük evin küçücük penceresini tıklayarak, selam verdi.

İç kapının önünde duran ayakkabıya bakılırsa yine misafir vardı.

-Selamünaleyküm

-Ve aleykümselâm Ahmet’im gel, gel aslanım buyur.

Kapıyı Muhlise Nene açtı, Dedenin biriciği, efendisinin kölesi, kölesinin efendisi. Dede, eşi için derdi ki “altmış senelik sır gömleğim o benim, evimin ışığı, sönmeyen bereketi, hanemin gülü, evimin bülbülü”

Nasılsın nene diyerek sarıldı. İyiyim yavrum iyiyim, niye zahmet ettin yine, bir kerede elin boş gel şu eve.

-Olmaz nenem olmaz, sizin geleniniz gideniniz eksik olmaz. Bu ev, benim de evim sayılır dedi.

Nene öyle bir sarıldı ki, sanki bütün ağrılarını aldı.

Dedemizin yaşlılık maaşı dışında bir geliri yoktu. Zaten masrafı da yoktu ki, öyle her şeyi yemez, içmez, giymezdi. Karın tokluğu denir ya işte öyle. Evi kira olmadığı için çok mutluydu. Zamanında boş arsayken alıp, yavaş yavaş yaptırmış. Sanmayın çok değerli olduğundan filan değil, kimseye muhtaç olmayıp, kendi sobasını tüttürebildiği için. İnsanlardan bir şey istemek mi, ödü kopardı. Derdi ki, değil namerde, merde dahi muhtaç eyleme Yarabbi. İstese evine gelen giden ziyaretçiler oraya saray dikebilirlerdi. Çevresi hayli geniş, hayli zengindi ama o bunu asla menfaat uğruna kullanmazdı. Zaten burada misafirlerin değeri gelirine göre değil, edebine göreydi.

Ahmet odaya girerken Nene’nin hazırladığı çayı da odaya götürdü. Belli ki sohbet vardı, bölmemek için kapının yamacına oturuverdi.

Dede otuz yaşlarında, mahcup, mahzun bir o kadar da üzgün oturan delikanlıya bakarak devam etti konuşmasına.

İnsan bazen öyle zalimleşir ki kendisini bile affetmez, affedemez. Niye? Şeytan girer kanına “bunca günahtan, bunca hatadan sonra hangi yüzle af dileyecek, düzgün bir insan olacaksın. Daha önce de defalarca denedin, ne oldu, hep hüsran, hep sil baştan. Çocuk oyuncağımı bu, kimi kandırıyorsun” diyerek en etkili düşünce silahlarını beynimize yönlendirir. Amacı beynimizi çökertmek, virüs bulaştırmak, bizi çalış(a)maz hale getirmektir. Şunu bilir ve söylerim ki, yol yakınken dön denir ya, çok doğrudur. Bulunduğun yer, dönmek istediğin yere en yakın, gittiğin yere en uzak yerdir. Çünkü gittiğin yer belirsizdir, sonu yoktur. İyiliğin sonu olmadığı gibi, kötülüğün de sonu yoktur.

Bu dünya bir imtihan sahnesi, bizler de birer figüran, yarın hatta saniyeler sonra hangi rolü icra edeceğimizi, sahnenin hangi görüntüyle, hangi nesnelerle kaplanacağını biliyor muyuz? Hayır, bilmiyoruz, biliyorum diyen yalan söyler. Zaten biz bilmeye gelmedik, oyunu en güzel şeklide oynamaya, sahneyi en temiz şekilde kullanmaya geldik. Oldu ya sahneyi pislettik, taşkınlık yaptık veya sahneden düştük, bir kaç yerimiz kırıldı. Olsun, dünya öyle bir pislik görmedi ki temizlenmesin, öyle bir taşkınlık görmedi ki durmasın, öyle bir kırık görmedi ki kaynamasın.

Bu yol inişli, çıkışlı, bol virajlıdır. Herkes gücüne, kabiliyetine göre bu yolda gider, kimileri jet hızıyla giderken, kimileri kaplumbağa hızıyla gidebilir. Ama en azından yoldan gider, yolun aşağısı uçurum, aşağısı çukurdur.

Öncelikle yapmamız gereken üzerimizde hakları bulunan insanlara bir şekilde haklarını geri vermek, helallik almak. Allah’ımız o kadar merhametli, o kadar kullarını düşünüyor ki sanki şöyle diyor: Benimle olan hesabınıza benden başka kimse karışamaz, istersem silerim, istersem çizerim ama kullarımın arasındaki hesaba karışmam. Öyleyse neymiş kul hakkı yemeyeceğiz, yediklerimizi geri vereceğiz.

Sonrasında yaptıklarımıza pişmanız ya, bir daha yapmayacağımıza söz verdik ya, azami dikkat edeceğiz. Oldu ya hafiften ayağımız tökezledi, hiç olmamış sayacağız, yolumuza devam edeceğiz. Şeytana fırsat vermeyeceğiz. Kötü işlerimizi kimseye anlatıp, reklam yapmayacağız. Günahın reklamı olur mu hiç? Kul kısmı az konuşur, öz konuşur. Öyle bir tövbe edelim ki Allah bize bile günahlarımızı unuttursun.

Arkadaşlarımıza çok dikkat edelim, çocuklara kötü arkadaş ne kadar zararlıysa, hangi yaşta olursak olalım hepimize öylece zararlıdır. Ne demişler “isle duran is, misle duran mis kokar” Gene eli öpülesi atalarımız demişler ya “bülbülle gezen güle, ördekle gezen göle gider” Arkadaş ya melek gibidir, ya da şeytan. Ya iyiliğe yönlendirir, ya da kötülüğe. Biz iyileri dost edinelim.

Bir de kötü şeyleri düşünmeyelim, yok sen şöylesin de yok sen böylesin de diyen seslere kulak asmayalım. Biz bu seslere gerekirse şöyle cevap verelim. Evet, böyleyim, dört dörtlük değilim ama dört sıfırlık da değilim. Tamam, kötü işler yapabilirim ama hemen ardından iyilikle telafi edebilirim. Tamamen sağlam olmasam da, büsbütün bozuk da değilim. Hem sana ne oluyor, beni yoktan var eden sen misin ki, sana kulak verip, sözlerini dinleyeyim. Aklın olsa zaten bu halde olmazdın. Kibrinin ve edepsizliğinin sonunu bir ömür çektin, hala çekersin ve ebediyen çekeceksin. Bırak artık yakamı, benden sana ekmek yok, sende ekmeksiz kalırsın inşallah. Hem unutma ki ben ne yaparsam yapayım, sana yetişemem. Pisliğin, ateşin başköşesi senin, ilelebet cehennemdir yerin.

Güzel yavrum, belli ki günahlarına pişmansın, yaptıklarından memnun değilsin. Bu bile senin iyi niyetini gösterir. Yani ben sana günah işle demiyorum ama insan kulluğu gereği az veya çok günah işler, işlemezse insan olmaz zaten. Biliyorsunuz, insanlar arasında sadece Peygamberler günahtan beri ve geridir. Onların haricinde kimse masum değildir. Bilerek günah işlemek iyi değildir ama tövbe etmemek çok daha kötüdür.

Şunu da unutma ki, hiçbir günah Allah’ın affet(e)meyeceği kadar büyük değildir ve yine unutma ki Allah’ın merhameti gazabından fazladır.

Ahmet rahatlamış halde dinliyordu. Yine içi okunmuş, sormadan cevaplarını almıştı. Vardı bu Dedede bir iş.

Doğruydu kul dediğin düşer, şaşar bir beşerdi. İllaki düşecekti ama kalkmak için çabalayacak, gerekirse acı çekecekti. Aklına geçen ziyaretinde yaşadıkları geldi.

Her zamanki gibi evde misafirler vardı. Elinden gelse eve teker takıp hediye edecek cömertlikteki dedemiz, misafirlere kocaman şekerliği göstererek dedi ki: Bu nimetleri sizlerin arasında paylaştıracağım. Allah bölüşüğümü yapayım, kul bölüşüğümü diye sordu. Herkes anlaşmış gibi Allah bölüşüğü yap dediler. Dede o güzel tebessümüyle başladı bölüştürmeğe. Kimine üç avuç, kimine bir avuç, kimine 5 adet, kimine iki adet, kimineyse hiç şeker vermedi. Herkes şaşkın şaşkın bakarken, bombayı patlattı. Adaletsizlik yaptığımı düşünüyorsunuz, değil mi? Hâşâ, Allah’ın taksimatında adaletsizlik yoktur. Karışanımı var, istediğine istediği kadar verir, hikmetini ancak Kendisi bilir. Biz zannederiz ki, verdiğini sever, vermediğini sevmez. Asla, bazen vermediğini daha çok sever, verdiğini sevmez, Bazen sevdiğinden verirken, bazen kızdığından verir. Bazen bu turda vermez de, başka turda daha fazlasını verir. Bazen vermediği gibi elimizdekileri de alır. Sahi elimizdeki derken, ellerimiz bile emanetken, nefes alıp vermemizi bile borçluyken, biz nasıl hak iddia ediyoruz? Hiçbir şeyin sahibi değilken, her şeyin emanetçisiyken neyin peşindeyiz düşündünüz mü hiç?

İnsan olarak yaratıldık ya, hem de Müslümanlardan, hem de Muhammedilerden, başka nimete gerek var mı? Bize düşen başkalarının elindekileri düşünerek, o niye böyle oldu, bu niye böyle oldu, o böyle olsaydı, şu da şöyle olsaydı gibi hadsiz düşüncelerden sıyrılıp işimize bakmaktır.

Tutacağın iş belli

Yiyeceğin aş belli

Kılacağın beş belli,

Kurtaracağın baş belli.

Ahmet gözünü açtığında, kulağı Derviş Dedenin dörtlüğüyle çınlıyordu. Arzusu gerçek olmuş, hayal ederken olduğu yerde uyuyakalmıştı. Uzun zamandır görmediği sevgili dedesini, rüya âleminde görebilmişti. Çok da özlemişti hani. Her ölüm erken gelir ya geride kalanlara, öyle olmuştu yine.

Sanki günlerdir yatıyormuş gibi rahat ve dingindi. Ruhundaki fırtınalar durmuş, beyni temizlenmiş, hatalar onarılmıştı. Ezan okunuyordu ama ne okuma. Uzun uzun, ahengi yerinde, dinleyeni cuşa getiren bir ezan. Belli ki sabah ezanıydı. Ne güzeldi, ezan sesiyle uyanmayalı günler olmuştu, çok şükür yeşil sahalara yeniden dönüyordu.

Muhabbet ve özlem dolu bir lisanla ötelere doğru, aslansın sen aslan, dedi. Aynı muhabbetle bir cevap yetişti “aslanlar aslanlarla arkadaş olur”


GENÇ'ın Yazısı.