Ömer Faruk Türk

Olmayan bir kahvenin kokusu tütüyor burnumda. Sevdiğim renk sahiplenmiş onu, yaratılmış bir madde aslında. Fakat niye bilmem bu kadar severim. Aslında vardır kendimce sebeplerim, ”Ona yüklediğim manalardır” derim. O kadar ki hani Leylâ ile harmanlar içerim. Sudan daha saf bulurum fakat gel gör ki kahvemi suyla buluşturmadan içemem. Ama su olmadan da severim hani. Koklarım, bakarım, çiğnerim… Acıdır, fakat kahvemin acısıdır severim. Ya da belki saçmalar gibi birkaç sebeptir benimkisi. Sadece bilirim der kendimce söylerim dinleyenim yokken…

Hani hayat kimi zaman siyah beyaz gelir ve nedendir bilinmez insanlar kötü olarak nitelendirir siyah beyazı. İşte öyle zamanlarda bile kendi idrakimden, rengini yitirmeyen tek şey kahvedir. Ya da bir yuvanın kuruluşunda vazgeçilmez geleneğimizdir. Tuzlu iken bile tatlı gelir hani, öyleydi kahveye duyulan muhabbet…

Belki de hak ettiğinden fazla seviyorumdur yahut yüreğimin küçüklüğündendir böyle söylemem. Ama nihayetinde o kadar tatlı, o kadar güzel ve özeldir kahve. Bir fincana kişilik, sohbete samimiyet, düşünceye de ayrı bir berraklık kazandırır. Fakat kahvenin da her varlık gibi bir başka varlığa ihtiyacı vardır. Öncelikle bir fincana, sonra düşünceye yâhut sohbete…

“Bir adam vardı. Sakin ve kendi halinde yürüyüşüne rağmen olması gerektiği kadar dik ve kararlıydı attığı adımlar. Sahip olduğu tevazu vasfı da yüzünden etrafına yansıyordu. Kestane rengi uzun saçları kasketinin kenarlarından aşağıya dökülüyordu. Gözlerine ne kadar dikkatle baksanız da nereye baktığını anlamanız imkânsız denecek kadar zordu. Ama heyhat, ne boş ne de amaçsızdı o bakışlar… Yürüyordu fakat öyle yürüyordu ki sanki yürüyerek başlamıştı hayatına. Sanki bu âlem de değil de başka bir âlem de yaşatıyordu hissiyâtını ve fikirlerini…

Yürüyüşü biraz yavaşladı. Hemen her gün geldiği ve tabiri câizse müdavimi olduğu küçük pastanenin kapısına doğru birkaç adım attı. Kapıyı hafifçe araladı. Kapının hemen üzerinde asılı olan ziller hafifçe şıngırdadı. İçeriye yine sakin bir şekilde girdi. Kapıyı kapattıktan sonra etrafını hiç süzmeden hemen her zaman boşluğuna alışmış olduğu masaya doğru yöneldi. Büyük ve yuvarlak masanın hemen yanında durakladı biraz. Fakat duraklaması öylesineymiş gibi tekrar masasına doğru yöneldi ve sandalyeyi çekip sakince oturdu.

Oturduktan sonra yine hâli bütünüyle aynıydı. Sadece başı çok hafif bir şekilde önüne eğilmişti. Gözleri ahşap masanın damarlarında usulca geziniyordu. Sanki hiç konuşmayacaktı ve her daim öylece susacaktı…

Birazdan servis elemanı pastanenin mutfak bölmesinden çıktı. Pastane küçük olmasına rağmen o adamdan başka müşteri yoktu. Seri adımlarla adamın yanına doğru giden garson güler yüzlü bir kimseydi.

Adamın yanına geldiğini değil de masanın yanına geldiğini söylemek daha doğru olur sanırım. Çünkü adam o kadar soğuktu ki kabaca bakınca. Oturduğu zamandan bu yana masadan daha cansız ve ruhsuz duruyordu. Sanki orada bir adam yoktu. Yâhut “Masa sonradan adamın yanına gelmişti” de denilebilirdi.

Garson masanın yanında biraz bekledi. Neden sonra o adam kafasını yavaşça kaldırarak garsona baktı. Sonra tekrar başını aynı şekilde önüne eğdi. Garson ise hâlâ bir tebessümün hâkim olduğu yüz ifadesini sürdürerek mutfağa doğru yürüdü.

Beş dakika kadar geçmişti garsonun mutfağa gitmesinden bu yana. Adam ise halinden ve duruşundan ödün vermemişti. Birazdan elinde küçük yuvarlak servis tepsisiyle garson mutfaktan çıktı. Tepside zarif bir kahve fincanı vardı. Kokusu kendisinden önce gelmişti kahvenin. Fincandan hafif bir duman yükseliyordu…

Garson masanın yanına henüz varmıştı ki adam kafasını yavaşça kaldırdı. Burun deliklerinin büyüdüğünü görebiliyordum. Garson fincanı alıp masaya nazikçe bıraktı ve yine aynı güler yüzle “Buyurun efendim kahveniz, afiyet olsun” dedi. Sonra tepsisini koltuğunun altına alarak mutfağa doğru seri adımlarla geri döndü.

Şimdi o yüz ifadesi hiç değişmeyen adamın gözlerinin en derinden gülümsediğini görebiliyordum. Omuzları genişlemiş. Oturduğu sandalyede daha dik bir konuma getirmişti gövdesini. Ve gözleri sadece kahveyi görüyordu. O benzersiz kokuyu derin derin içine çekti. Kahvesinden bir yudum aldı ve neden sonra fincanı tabağına bıraktı. Karşısında ki boş sandalyeye anlam vermeye çalışırcasına baktı. Gözlerine baktığımda boş olan sandalyenin hasret yüklü ve anlam dolu yansımasını gördüm.

O heybetli adamın yüzünde şimdi hüzünle boğulmuş, eskilerin arasından çıkmış bir tebessüm vardı. Ve evet gözlerinde ki berrak yansıma da sandalye de birisi vardı...

Kendimce anlıyordum bir şeyleri. Ya da sadece öyle sanıyordum.

Kahvesini sürekli içiyordu bir yudum, bir yudum daha. Yanakları ıslanmaya başlamıştı. Yüzü hâlâ donuktu. Fakat gözlerinden akmakta olan özlem ve umuttu. Ve ben bunları söylerken bir yağmurun hâkimiyetiydi yüzündeki. Mevcudiyetinde yalnız umut ve özlem… Daha da fazlası yoktu.

Yâhut sadece bir kahvedir belki de…


GENÇ'ın Yazısı.