Efendi Olun Biraz!
"1913 senesinin Temmuz ayında Konya`dan Yağlıbayat`a doğru yol alan Macar araştırmacı Dr. Bela Horvath yanındaki jandarma erinin kendisiyle hep "efendim!" diyerek konuşması üzerine şu değerlendirmeyi yapar: "Bu ülkede fırıncı çırağından, sultana kadar herkes efendi. Camide fakir zenginle, toprak ağası köylüyle aynı safta duruyor. İşte İslam dünyasında doğumla kazanılan aristokratik hakların bulunmamasının nedeni bu." O günler artık nostalji oldu mu diyorsunuz? Biz şunu düşünüyoruz: Efendi Olun Biraz!
Necâsetten Tahâret ve Nezâketten İbâret Bir Hayat
"Ne kendin rahatsız ol ne de başkasını rahatsız et…"
(Heysemî, III, 241; Ahmed, I, 28)
Nezâketin Kadar Müslümansın!
Bizler, Allah’ın bir kimseye verdiği en hayırlı ve en kıymetli varlığın, güzel ahlâk olduğuna inanan ve ona göre yaşayan insanlarız. (İbn-i Mâce, Tıb, 1.)
Tamam, tamam… Kabul! En azından bir zamanlar öyleydik…
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim!” diyerek nezâket ve zerafeti şahsında markalaştıran ve de patent hakkı kıyamete kadar ilâhî kanunla korunan bir Peygamber’in ümmeti olan bizler, hiç unutmamalıyız ki nezâket insanlığımızın icabı, zarâfet ise Müslümanlığımızın nişanesidir. O hâlde “bir zamanlar” nasılsak, her zaman için de öyle olmamız gerekmez mi?
Ne İdik Ne Olduk!
Batılı yazarlardan biri, Osmanlı cemiyet hayatına şahit olunca “Hep Bâtılı Yazar olarak kalacak değilim ya…” diyerek bizim en ilkel, en antika hâlimizi anlatmış ve hakikatin en nezih hâline tercüman olmuş.
“...Sohbet edenlerin ifâdeleri veciz ve telâffuzları da pek temizdir. Tebessümlerinde incelik ve el hareketlerinde ayrı bir zarâfet ve sâdelik vardır. Ecnebîleri en çok hayrette bırakan cihet, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umûmiyetle sözünü pek kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar güzel bir dikkat hâlindedir. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle müdâfaa ederler. Söylenen sözlerde herhangi bir fenâlık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe mugâyir lâubâlî muhtelif lakırdılar yoktur. Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riâyet, hayâl edilemeyecek bir nezâket içindedir. Diyebilirim ki Osmanlılar’ın ahlâkî husûsiyetleri, insanı âdeta teshîr eder...”
Yabancı dillerin yabancısı, diksiyon fukarası, beden dili şarklı, ilkel bir insanın, Bâtılı düşünürleri nasıl bu kadar hayrette bırakıp onları büyülediğini anlamak günümüz insanı için zor olabilir… Belki de işin sırrı o ilkel insanların basitliğindedir.
Birbirine teknolojiyle kulaktan değil de, ideolojiyle gönülden bağlanan, Black Berry’siz insancıkların;
Gel gel beri ki savm ü salâtın kazâsı var.
Sensiz geçen hayât-ı ömrün kazâsı yok!
Diyerek, ahbâb ü yârânıyla geçirdikleri hayât-ı ömürlerinde kazâ borcu bulunmamasındadır işin büyüsü belki de...
Öyle ya!
Karşınızdaki bir insana hürmet etmeyi, muhatabınızı samimiyetle dinleyebilmeyi, Iphone’nunuza veya IPad’inize uygulama olarak indiremezsiniz ki… Bir ömür ciddi bir murakabe altında yaşayarak hayatınıza katabileceğiniz birbirinden nezih ahlak kriterlerini internetten korsan program indirir gibi hayatınıza yükleyemezsiniz ki…
Yontulun da Efendi Olun!
O hâlde bu işin yolu teknolojiden değil, bildiğiniz yontulmaktan geçiyor…
Hayata dair düşünceleriniz, istikbalden beklentileriniz nelerdir bilemeyiz. Fakat bırakın zarif bir Müslüman olarak yaşamayı… Geçin ahirette verilecek en ince hesabı, en kaba hesapla bir baltaya sap olabilmek için bile yontulmak gerekiyor. Bakınız Mehmet Âkif Bey ne buyururlar:
Ne odunmuş babanız: Olmadı bir baltaya sap!
Ona siz benzemeyin, sonra ateştir yolunuz.
Meşe hâlinde yaşanmaz, o zamanlar geçti;
Gelen incelmiş adam devri, hemen yontulunuz.
Ama dikkatli olun: Bir kafanız yontulacak;
Sakın aldanmayın: İncelmeye gelmez kolunuz!
Biz de bu manzûmeden aldığımız icâzet ile yontulması îcab eden günümüz insanını sınıf sınıf ele almaya çalışacağız.
Köpeğe Bile Köpek Dememek...
Hac mevsimine müteâkıben kaleme alınması münasebetiyle ilk muhatabımız muhterem hacılarımız oluyor. Hacerü’l-Esved Fedâiliği, Şeytan Sniper’lığı, Hurma ve zemzem ithâlâtı veya Haremeyn Avm’lerininde alış-veriş bahislerine yahut da Tavaf Müsâbakalarına hiç ama hiç girmeyeceğiz.
Çünkü bu hamur Nil ü Fırat’ı kurutur…
Fakat kâmil mânasıyla Hac yapmış bir mübarek insanın nezâketini hatırlatmak ile iktifa edeceğiz. Zaten anlayan anlayacak…
Bir hac mevsimiydi. Mekke-i Mükerreme’de Türkistanlı Abdüssettar Efendi’nin Ciyad semtindeki evindeydik. Bir öğle vakti Sami Efendi Hazretleri bizim bulunduğumuz odanın kapısına teşrif ettiler ve:
- Dışarıda birisinin yemeğe ihtiyacı var galiba! diye buyurdular.
Bendeniz hemen verilecek yemekleri hazırlayıp kapıya çıktığımda kimseyi göremedim. Beklemeyip gittiğini tahmin ederek geri döndüm. Sekiz on dakika geçmişti ki Efendi Hazretleri tekrar kapıda göründüler:
- O muhtaç tekrar geldi, içeriye bakıyor! buyurdular.
Tekrar yemekleri alıp kapının önüne çıktığımda dilini dışarı çıkarıp içeriye bakan hayvancağızı; yani acıkmış köpeği gördüm. Hemen yemekleri olduğu gibi önüne boşalttım. Çok acıkmış olacak ki hepsini yiyiverdi.
Şimdi bir insan düşünün ki kendi evladına “eşşoğlu eşek” desin. Takdîr ve iltifâtını “Vay hayvan vaaayy!” ile dile getiren insanın, damarına basıldığında yahut öfkesine mağlup olduğunda neler neler demez ki…
Bir İNSAN da düşünün ki köpekten bahsederken bile cins ismini telaffuz etmesin.
Bu nezâketle nasıl yaşanır orasını bilemem; ama halı sahada maç yapmak veya televizyon karşısında maç seyretmek pek zor olur gibi geliyor bana…
Zorunlu Servet Sigortası
Merhum Âkif’in en yakın dostlarından Fuat Şemsi Bey’in şu hatırası, ne kadar güzeldir:
Hat sanatının zirve isimlerinden Hulûsi Efendi ömrünün son senelerinde, sıhhati elvermediği için yazı yazamamakta bu yüzden de maddî sıkıntılar çekmektedir. Fuad Şemsi Bey’in İbrahim Bey adındaki zengin bir dostu, her ay bir miktar yardımda bulunmak istediğini söyler.
Fuat Bey vesilesiyle, uzun müddet, ikisi de birbirinden bîhaber İbrahim Bey’in yardımı Hulûsi Efendi’ye ulaştırılır.
Bir gün İbrahim Bey çok üzgün bir şekilde dostu Fuad Şemsi Bey’e der ki:
- Birâder, benim işlerim bu arada birden bozuldu. Her ay sana bıraktığım zarfı getirmeye artık imkânım kalmadı, bilmem ki ne yapsak?
Fuad Şemsi Bey’in teessürü daha derindir. Şu cevabı verir:
- Hâcet kalmadı beyim! Senin zarfı her ay alan o mübarek zâtı, dün Hakk’ın rahmetine tevdî ettik. Şimdi ona ancak Fâtihâ’lar gönderebiliriz.
Bu hatırayı bizlere nakleden muhterem Uğur DERMAN, o zamanın gönlü kasasından da zengin insanlarının fukaraya bakışını en nezih şekilde dile getiren şu beyti not düşer:
Hudâ dîvâr-ı devlethâne-i erbâb-ı ikbâli
Gehî bir lâne-i güncüşk-i bî-ârâm içün saklar
“Allâh, ikbâl sahiplerine âit evlerin duvarını, bâzan, uçup oynayan bir küçük serçenin yuvasının korunması için yıkmadan tutar.” (Ömrümün Bereketi, M. Uğur DERMAN, s.213-214, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2011.)
Nezâketten Sınıfta Kalan Hocalar
Uğur Bey dertlerimize derman olan eserinde Sühey ÜNVER’in üniversitedeki hocalığını şöyle anlatıyor:
Süheyl Hoca bütün insanlara olduğu gibi, talebesine de çok yakındı. Dersten çıkıp merdivenleri inerken, yanına belki ilk defa yaklaşıp sual soran bir talebesinin koluna girerdi. Odalarına salâvatla girilen o devrin eski hocalarına karşı, Süheyl Hoca’nın bu hâli talebede nasıl bir sevgi ve yakınlık uyandırırdı! Bütün ısrarlara rağmen, derslerine yoklama ve imtihan sistemini de getirmemişti:
- Talebe severek gelsin. Ben ona imtihan korkusu getirirsem, severek değil, not hatırı için öğrenir, hattâ öğrenmez bile. Zorla gelir ve içinden kim bilir ne söyler. Ama ben onu iyi hareketimle derse getiriyorum, derdi. Nitekim dersleri çok kalabalık geçerdi.
Etrafını devamlı teşvik ederdi. Talebesi bir resim, bir tezhip mi yapmış. “Ben de bu kadar yapabilirdim.” dercesine şevk vermek için onun eserini de “Süheyl” ismiyle imzalamak ister, iltifâtını esirgemezdi.
1961 Martında Hattat Mâcid Bey’in vefâtı dolayısıyla bir makale yazmamı teklif etti. Hat sanatına dâir, bu benim ilk neşriyâtım olacaktı. Çekingenlikle yazmak istemedim. Hoca ısrar etti, sonunda yazdığımı götürüp kendilerine verdim. Ertesi gün, üniversite bahçesindeki o geniş yolda beni gördü. Karşıdan kucaklar gibi ellerini açarak gelip dedi ki:
- Kardeşim, merhûmu bir anlatmışsın ki, hani acaba benim için de böyle yazar mısın diye ölesim geldi. (Ömrümün Bereketi, M. Uğur DERMAN, s.263-267, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2011.)
İzzet-i Nefis İle Hazırlanan Lezzet-i Nefis!
Bir esnaf helal olmak şartıyla neyin ticaretini yaparsa yapsın… Fakat ticaretine, izzet-i nefsini sermaye etmesin…
Meşrutiyet devri İstanbul’unda Kapalıçarşı’nın Nuruosmaniye kapısı civarında meşhur bir kebapçı dükkânı vardır: Kebabçı Kâmil’in yeri… (Tafsilat için Midhat Cemal Kuntay’ın eserine müracaat edilebilir. Mehmed Akif, Hayatı, Seciyesi, Sanatı; s. 110-112.)
“Burası bir Türkün idare ettiği o müesseseydi ki yemekleri hilesizdi; sahibi doğruluğu ile ekmeğini kazanan adamdı!” Bu vasfı sebebiyle Âkif Bey bu lokantanın sahibine karşı vatan sevgisine benzer bir his duyardı.
Kebabçı Kâmil’in vefatı üzerine merhum şairimiz, Sebîlürreşad’ın 17 Teşrînievvel 1334 (15 Ekim 1918) tarihli sayısında “Merhum Kâmil” başlıklı bir mersiye yazınca yakın dostları kendisine serzenişte bulunur. Süleyman Nazif bir gün kendisine der ki:
- Ne diye Kebapçı Kâmil’e mersiye yazarsın?
Âkif Bey kebabçıya duyduğu vatan sevgisine benzer muhabbetin sebebini şöyle açıklar:
- Bir aralık hükümet muntazam aylık vermiyordu. Öğle yemeklerini ayın sonuna kadar borçlanıyordum. Bu borçlar birikiyor... Ay sonunda dükkâna giderken ayaklarım geri geri gidiyordu. Dükkâna girince Kebapçı Kâmil’in yüzünde bir küçümseme arıyor, fakat bulamıyordum. Buna rağmen şöyle düşünüyordum: “Bu adam benim küçümsüyor; ama anlamak işime gelmiyordu!”
Bir gün aylığımı alınca, borcumu ödemek istedim. Bunu gören kebapçı:
- Siz, Âkif Bey değil misiniz? Hani şiirler yazan? Ben sizden nasıl para alırım? diyor, gözleri doluyordu.
Ben de dedim ki:
- Kâmil Efendi, siz bana iyilik etmek isterseniz aylığımın üstünden gün geçmeden alacağınızı alınız. Bundan sonra da hükümet yine aylıkları geciktirirse, beni yine eski yüzünüzle karşılayınız, kâfi!
Şehir Magandasının Kadirşinaslığı
Merhum Musa TOPBAŞ Hazretleri eski zamanların kaba saba insanlarını rahmet ve hasretle yâd eder âdeta:
- Maddecilikten uzak yaşadıkları için rûhî sıkıntılar görülmüyordu, hele o avam telakkî edilen tulumbacılar, külhanbeyler, balıkçılar, arabacılar ve emsâli zümre o kadar nâzik bir lehçe ile konuşurlar idi ki tarifi mümkün değil. Keşke hayatta olsalardı da bugünkü cemiyet insanlarının, kaba, duygusuz hareketlerini görselerdi de nezâket, terbiye, âdâb-ı muâşeret dersi verselerdi. (Altınoluk, 1987 - Agustos, Sayı: 18, Sayfa: 24.)
İstanbul Hanımefendilerinden Samiha AYVERDİ bir zamanlar İstanbul’un namlı külhanbeylerinden Arap Abdullah için şunları anlatır:
Arap Abdullah kimsenin ikramını kabul etmeyip hatta kahvesini bile içmezmiş. Sebebini soranlara şu cevabı verirmiş:
- Eğer kafamı kızdıran kimsenin terbiyesini vermek isteyecek olsam, kırk yıl hakkı ödenmeyecek olan kahvesini içmiş olmaktan dolayı, elim kötülüğe varamayacağı için ona zararım dokunmaz! (Sâmiha AYVERDİ, Ezelî Dostlar, s. 223, Kubbealtı, İstanbul, 2004.)
Ahmed Yüksel ÖZEMRE ise şunları anlatır:
- Benim çocukluğumda Üsküdar’ın külhânîlerinde bile bir edep vardı. Üsküdar’ın en namlı yeri o anda oturduğumuz Balaban idi. Tüm esrarkeşlerin, sarhoşların mahalli idi burası. Fakat o Balaban’dan bir hanımefendi geçecek olsa emin olun, bütün o keşler ve bıçkınlar sigaralarını avuçlarının içine alır ve hanımefendi ile göz göze gelmemek için duvara yan dönerlerdi. (Ahmed Yüksel ÖZEMRE, Üsküdar Âh Üsküdar, s.56, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2010.)
Evvel Zaman Zamparasının İffet ve Ahlâkı
Siz şimdi diyeceksiniz ki;
- Allah senin hayrını versin Harun! Bula bula bu örneği mi buldun?
Orası öyle; ama okuyun da vicdanınız sızlamazsa, vebali benim boynuma olsun…
Bizim meşhur külhanbeyimiz Arap Abdullah’ın bir hanım sevdiği varmış. Fakat hanımcağız bu sırrı kimseye ifşâ etmeyeceğine dair kendisinden söz almış.
Günün birinde köşklerden birine giren bir hırsızın Arap Abdullah olabileceği şüphesiyle, külhanbeyimiz tevkif edilmiş. Uzun ve sıkı bir tazyîke tâbi tutulurken, hadisenin gerçek faili yakalanmış. Arap Abdullah da serbest bırakılmış. Fakat zabıtanın bütün yüklenmelerine rağmen, soyulan köşkün çok uzağında ve mâşuğunun yanında olduğunu söyleyerek kurtulacağı hâlde, sevdiğine verdiği sözden caymayarak türlü sıkıntıya râzı olmuş. (Sâmiha AYVERDİ, Ezelî Dostlar, s. 223-224, Kubbealtı, İstanbul, 2004.)
Sâmiha hanımın tazyîk ve türlü sıkıntı dediği, bildiğiniz karakol işkencesidir…
Yahu arkadaş! Kiminle çıkıyorsanız, çıkın! Kiminle ilişkiniz varsa, eliniz kimin neresindeyse tamam… Bari şunu marifetmiş gibi Facebook’ta ifşa etmeyin be yaa… Feys’sizler…
En Zor Sanat: Aczini İtiraf!
M. Uğur DERMAN’ın Ömrümün Bereketi isimli eserini okuma bahtiyarlığına ererseniz, görür ve anlarsınız ki, sanat camiası, cami yolu bilmez sözde sanatçıların pek hor gördükleri cami cemaatinden daha acınası bir hâldedir. Sanat kulisleri Ormancılık İşletmeleri’nin odun depolarından farksızdır.
Eski sanat, ilim ve irfan dünyamızın güzelliği solmaz şahsiyetlerine dair birbirinden nefis hatıraların yer aldığı bu kıymetli eserde Uğur Bey, merhum hattatlarımızdan Kâmil AKDİK Efendi’nin şu sözünü nakleder:
- Elimden gelse uykumda da yazacağım. Bu yazının âşıkıyım. Azrâil, Allah’ın bende olan emânetini almaya geldiği zaman elimde şu kamış kalemi bulsa, bütün bir fânî ömrün veremediği mânevî ve ilâhî zevkı tadarım.
Sanatında hakikaten kemâle ermiş bu Kâmil insan hastalığı sırasında şunları söyler:
- Öleceğime gam yemiyorum, lâkin şu yazıyı öğrenemeden gidiyorum. (Ömrümün Bereketi, M. Uğur DERMAN, s.122, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2011.)
Kendinden bahsettirmek için, zerre kadar utanmadan her türlü rezâletin altına imzasını atabilen günümüz sanat camiasının hayat anlayışı, sanatının zirvelerinde fânî olup aczini itiraf eden şu mübarek zâtın nezâketinden ne kadar uzaktır.
Şeytanı Taşlanmış, Cemaati Haşlanmış Seven İmamlar
Bakınız efendim bir hoca efendi cemaatini camiye devam hususunda, kimseye kızmadan, hiç kimseyi kızdırmadan-haşlamadan ne güzel îkâz ediyor:
- Efendim, geçen sene bayram namazından sonra, camide bir ceketin unutulduğunu fark ettik. “Herhâlde vakit namazına gelir, ceketini alır…” diye düşündük. Vakit namazına gelmeyince, “Herhâlde Cuma namazına gelir…” diye bekledik. Aradan aylar geçtiği hâlde ceketi soran olmayınca, zâyî olmasın diye ceketi muhtaç birisine verdik. Ancak, diğer bayram namazında sahibi yanımıza geldi ve “Ben, geçen bayram namazında ceketimi burada unutmuştum. Sizdeyse almaya geldim.” Dedi. Biz de durumu kendisine anlattık, geç kaldığını söyledik. Siz de şayet ceketinizi camide unutursanız, sakın diğer bayrama kadar beklemeyin, hemen gelin, ceketinizi alın!... (İbrahim Refik, Neredesin Çelebi, s. 106-107, Albatros Yayınları, İstanbul, 2006.)
Her İki Cihan Hesabı İçin: Hem Tasavvuf Hem Tasarruf
Peki, zenginler yardıma muhtaç insanları veliyy-i nimet bilecek de orta gelirli aileler ne olacak? Yahut kaderine razı olup ağniyânın insafına teslim olan fukarâ-yı sâbirîn hayat boyu hep “yâ sabır!” mı çekecek?
Muhterem Musa TOPBAŞ Efendi Hazretleri anlatırlar:
1943 senesinde idi, muhterem faziletli hocam Mustafa Asım YÖRÜK’ü bir gün çok neş’esiz gördüm. Sebebini sorduğumda dedi ki:
- Evladım, halkın bu israfı daha ne kadar devam edecek? Evvelce az maaşlılar, fakirler bile iktisad, tasarruf kaidesini nefislerinde tatbik ettikleri için, hem maddî yani para sıkıntısına düşmezler, hem de biriken az parayı, kendilerinden daha fakir olanlara tasadduk ederlerdi. Bu suretle hem darlığa düşmezler hem de kimseye el açmazlardı. Hatta memurlar derece ve sınıflarına göre giyim eşyası, yağ, sabun ve saire alırlardı. Mesela, az maaşlı bir memur, yüksek maaşlı memurun kullandığını kullanmaz, yediğini yemez, giydiğini giymezdi. Fakat mes’uddular, müreffeh idiler… buyurdular.
Halbuki 44 sene evvel bugünkü şımarıklığın, hazımsızlığın, yarışmanın yüzde biri bile yokdu, muhterem bugünkü vaziyeti görmüş olsaydı, dili tutulur, söz edemezdi. (Altınoluk, 1987 - Agustos, Sayı: 18, Sayfa: 24.)
Bu yazının neşrinden 25 sene sonrasının hâl-i pür-melâli maalesef çok daha feci...
Karakterini Harcayıp Kariyer Satın Alan Talebeler
Verdiği bir konferansta bir kolej öğrencisi millî şairimize şu sözlerle hakaret ederek kendi aklınca karşı çıkar:
- Sizin beyniniz sağır, gözleriniz de kör!
Günümüzün modasında trend hâlini alan bu serkeş tavırlı, bilgisiz, ilgisiz ve kendinden habersiz öğrencinin hakaretine çok üzülen Mehmed Âkif Bey cevap mâhiyetinde şu manzumesini yazar:
Evet, beynim sağırdır…
Kâinâtım, çünki, hep feryâd…
İşitmem başka bir ses milletim eylerken istimdâd.
Gözüm görmez, evet, zîrâ mûhitim kapkaranlıktır;
Fakat sînemde îmânım müebbed fecr-i sâdıktır.
Kör olmaz ağlayan gözler, sağırlaşmaz tutuşmuş beyn;
Yaşarmaz gözle yanmaz beyni hilkat addeder bir şeyn!
Geçilmez kahkahandan her taraf yangın içindeyken...
Yanan bir sîneden, lâkin, ne istersin? Nedir öfken?
Beraber ağlamazsın, sonra, kör dersin, sağır dersin.
Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin, hem ürpersin!
Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren?
Bırak tahsîli, evlâdım, sen ilkin bir hayâ öğren!
Trafik, Sağlık ve Motor Bilgisi Yetmez Efendim!
Siz insanları sadece trafik levhalarını okuyup motor ve ilk yardım bilgilerinden imtihana tâbii tutarak ellerine ehliyet verirseniz, motorlu vasıta kazasından çok motorsuz, akılsız, izansız vasıta kazası yaşarsınız.
Ne zaman ki ehliyet imtihanlarında, âdâb-ı muâşeret bahislerine dair sorular sorulur… Ne zaman ki trafik polisleri nezâket ihlallerine de trafik cezâsı keserler… İşte o zaman aşağıdaki hatırada anlatılan bir şoförünüz olur…
Bir zamanlar İstanbul’unda tramvay durakları iki kısımdır: Birincisi “mecburi durak”lardır ki kesinlikle durup yolcu almaları ve indirmeleri gerekir. Diğeri ise şoförün ve yolcunun isteğine göre durabileceği “ihtiyari durak”lardır.
Bir gün büyük şâirlerimizden Abdülhak Şinâsi HİSAR tramvaya biner. Çok yorgundur ve elinde de pazardan aldığı eşyalar vardır. Tramvaydan ineceği mecburi durak evine uzaktır. Bu sebeple evinin en yakınındaki “ihtiyari durak”ta inmek ister. İhtiyari durağa geldiğinde makinistten rica eder; fakat makinist durmaz. Bu duruma çok üzülen şâir-i âzam, sadece sitem eder:
- Ne olurdu evladım, duruverseydiniz! Hem ihtiyari duraktı, durabilirdiniz.
Makinist hiç oralı bile olmaz. Ama aradan çok kısa bir süre geçince tramvayı durduran makinist, “şâir-i âzam”a dönüp tebessüm eder ve son derece büyük bir hürmetle der ki:
- Efendim! Az önce durup inmek istediğiniz yer, evet ihtiyari duraktı. Fakat şimdi durduğumuz yer ise, şâir-i âzam Abdülhak Şinâsi HİSAR’ın evinin önüdür ve mecburi duraktır. Şimdi inebilirsiniz efendim!
Hüsn-i Ahlâk Muhâfızı - Edeb-i Muhammedî Hâfızı
Ord. Prof. Dr. Ahmed Süheyl Ünver Hoca gençliğinde tahsil için Paris’e gideceği zaman mürşidi Abdülaziz Mecdi Efendi’yi ziyaret eder ve sorar:
- Efendim bir emriniz var mı?
Efendi Hazretleri şu cevabı verirler:
- Süheylim, şimdi sâhip bulunduğun hüsn-i ahlâk ve edeb-i Muhammedî’yi aynen muhâfaza ederek dönmeni beklerim.
Genç ilim yolcusu iki yıl boyunca kaldığı Paris’in sefâhatine hiç bulaşmadan İstanbul’a döner.
Uğur DERMAN hoca bir gün hocası Süheyl Bey’e hayatında hiç denize girip girmediğini sorar.
Hocanın cevabına bakar mısınız?
- Bir tarihte niyet ettim. Lâkin plaj kıyafetiyle aynada kendime baktığımda, görünüşüm hoşuma gitmedi, rahatsız oldum. Eh, benim hoşuma gitmeyen manzara, hele başkalarının hiç hoşuna gitmez, diye düşündüm. Giyimli kalmayı tercih ettim azîzim! (Ömrümün Bereketi, M. Uğur DERMAN, s.263, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2011.)
“Efendim!”siz Konuşulamayan Bir Türkçe!
İstanbul Efendisi’nin kendisine has bir Türkçesi var, İstanbul Türkçesi. “Efendim”siz konuşulamayan bir Türkçe. “Efendim” kelimesini alırsanız, İstanbullu kendisini ifade edemez derler. İstanbulluyu tanımanın testlerinden birisi şudur: Arkasından seslendiğinizde geriye dönüp “Haaa!” “Hııı!” “Buyur!” derse İstanbullu değildir. “Buyurunuz Efendim!” derse İstanbulludur. Dikkat ediniz: “Buyurunuz…” bile kabûl olunmuyor, illâ “Buyurunuz Efendim!” Nerede kaldı “haaa! “hııı!” vs. İstanbullu rafine, yani kabalıklardan arınmış; elit, yani seçkin; emperyal kültüre sahip, sevk-i selîm sahibi, güzele âşık, güzeli görmeyi ve güzel ortamda yaşamayı seven bir insan türüydü. İstanbullu hiçbir şekilde aşırılığa kaçmazdı. (Dr. Haluk Dursun İle İslâm Coğrafyasında Bir Gezi, Altınoluk, 2001, Eylül, Sayı: 187, s. 49.)
1913 senesinin Temmuz ayında Konya’dan Yağlıbayat’a doğru yol alan Macar araştırmacı Dr. Bela Horvath yanındaki jandarma erinin kendisiyle hep “efendim!” diyerek konuşması üzerine şu değerlendirmeyi yapar:
“Bu ülkede fırıncı çırağından, sultana kadar herkes efendi. Camide fakir zenginle, toprak ağası köylüyle aynı safta duruyor. İşte İslam dünyasında doğumla kazanılan aristokratik hakların bulunmamasının nedeni bu. (İbrahim Refik, Neredesin Çelebi, s. 99, Albatros Yayınları, İstanbul, 2006.)
Nesli Tükenmiş Bir İnsan!
Şevket Rado, eski İstanbul Efendisi’ni tarif ettiği bir yazısında şöyle der:
İstanbul Efendisi yaşlıların her türlüsüne saygılı idi. Ona rastladığımız devirlerde İstanbul’da otobüs pek yoktu. Ama tramvaylarda yaşlı kadınlarla erkeklerin, bugün olduğu gibi ayakta kaldıkları görülmezdi. Yolcuların arasında bulunan bir İstanbul Efendisi hemen kalkıp yerini onlara verirdi. İstanbul Efendisi, ütülü pantolonu, boyalı ayakkabısından, ceketinin sol cebindeki mendile kadar, tertemiz bir adamdı. Onun kalabalık yerlerde ter koktuğunu kimse duymadığı gibi mendilinden başka yere sümkürdüğünü de gören olmamıştır. (Bizim Zamanlar, Sâdık Dânâ, Altınoluk, 1990 - Ocak, Sayı: 47, Sayfa: 24)
Başka İstanbul Yok!
Müslümanlar medeniyeti Yesrib’in “Medîne” olmasıyla başlatırlar. Bu anlayışla Medîne ekseninde kurulan her islam şehrinde dillere destan bir şehirlilik kültürü oluşmuştur. Son çeyrek yüzyılda kentleşme furyasıyla iyiden iyiye ekseninden kayan metropollerde yaşanan insanlık manzaraları kabristan ahâlisine kabir azabından daha acı bir elemdir.
Nihad Sâmi BANARLI Hoca eski İstanbul nezâketini şöyle anlatır:
Eskiden İstanbul büyüklerinin dilinde sık sık tekrarlanan bir söz vardı. Herhangi bir terbiye çağında bir insan, bir çocuk veya bir sokak adamı, terbiyesiz sayılacak görgüsüz bir harekette bulundu mu, büyükler hemen seslenirlerdi:
• Oğlum bundan başka İstanbul yoktur!
Şunu demek isterdi ki, ülkelerde kültür merkezleri, devlet merkezleri gibi, görgü ve terbiye merkezleri vardır. Bir insan böyle büyük bir şehirde muâşeret âdâbını öğrenmez, ona uymazsa, bu eğitim kabul etmez kütüğü artık herhangi bir biçimde kovacak bir emniyet fabrikası bulunmaz. (Nihad Sâmi BANARLI, İstanbul’a Dair, s. 194-195, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 1986.)
Nedir Nezâket?
• Alaycı, küçük düşürücü, kırıcı ve basit espriler yapmamak, hikmetsiz ve boş konuşmamaktır.
• İğneli konuşmamak ve laf sokuşturmamaktır.
• Küçüklere sevgi, büyüklere karşı edepli ve saygılı olmaktır.
• Bir teşekkürdür, bir tebessümdür, bir merhabayı karşılıksız bırakmamaktır.
• Gururunu kör kuyuya atıp gerektiğinde özür dilemesini bilmektir.
• Kötülük ve kendini bilmezliğe iyilikle karşılık verme erdemini gösterebilmektir.
• Eksiklinin yanında, olur ki alınıp üzülür diye o eksikten, fakirlerin yanında zenginlikten, hastaların yanında sağlıktan, yalnızların yanında aranıp sorulmaktan katiyen söz etmemektir.
• Muhatabın konuşmasını bitirinceye kadar yüzüne bakarak dikkatle dinleyip sözünü kesmemektir.
• Yolda bir iş yapana “kolay gelsin!”, yemek yiyene “bereketli olsun!”, balıkçıya “rast gele!”, abdest alana “hayrını gör!”, namaz kılmış olana “Allah kabul etsin!”, diyerek âdâba riâyet etmektir.
• Bir eve girerken destur almak, çıkarken müsaade istemektir.
• Dilinden “lütfen!” ve “teşekkür ederim”i düşürmemektir.
• Bir densizin densizliğine maruz kaldığında “Hoş Gör Yâ Hû!”, bu densize densizliğini hatırlatmak için “Edeb Yâ Hû!”, buna rağmen de densizliğini devam ettiriyorsa “Bu da Geçer Yâ Hû!” diyebilmektir. (İbrahim Refik, Neredesin Çelebi, s. 60-62, Albatros Yayınları, İstanbul, 2006)
Birazcık da “Osman Efendi” Olun!
Sultan II. Mahmut devrinin, şerrinden en korkulan adamı Hâlet Efendi’nin korkulu rüyası olan bir Osman Efendi varmış. Hâlet Efendi evini barkını yıktırıp hayatını alt üst ettiği hâlde onurunu kırıp haysiyetini ayaklar altına alamadığı bu adamı nerede görse daima hürmet edermiş.
Bir gün dostları Hâlet Efendi’ye demişler ki:
Yahu sen bu adamın makam, mevkiini, bütün servetini elinden aldın. Hatta sürgüne yollattın. Çoul çocuğunu bile perişan ettin. Kendisine karşı bu kadar düşmanlığın olduğu hâlde bayramda seyranda karşılaştığın zaman yine de herkesten çok saygıyı ona gösteriyorsun; bunun sebebi nedir?
Hâlet Efendi dermiş ki:
- Haklısınız ben bu adamı hiç sevmem. Rütbesini, mevkiini, servetini hep elinden aldım. Hatta istesem, canını bile almak elimden gelir. Ancak adamın üzerinde bir Osman Efendilik var ki işte onu almak bir türlü elimden gelmiyor… (İskender PALA, Tavan Arası, s.313, Kapı Yayınları, İstanbul, 2009)
Harun Kırkıl'ın Yazısı.