Zikrullah, Hak’la beraberlik şuuru oluşturduğundan, kişilik tohumumuzun yüce ve yüksek bir iklimde ve çevrede yeşermesini gerçekleştirir. İnsan da zaten yaşadığı çevrenin çocuğu ve ürünüdür.

Mânevî diriliği söndüren virüsler, bilerek ya da bilmeyerek işlenen günahlardır. Kişiliğimizin duyarsızlaşması, donuklaşması, neşesini ve iç huzurunu kaybetmesi, çoğu zaman işte bu sebepledir.

“Gaflet” diye ifade edilen Hak’tan habersiz yaşamanın sonucu, içe doğru daralma, strese düşme, negatif enerji yüklenme ve ulvî duygulardan mahrum kalmaktır. Âdem -aleyhisselâm-’ın bir günah/zelle sebebiyle cennetten uzaklaştırılma gerçeği üzerinde ince düşünülürse denilebilir ki, esasen her bir günah, cennet ikliminden az ya da çok bir uzaklaşma neticesini doğurur.

Yaratılış özelliklerimiz itibariyle günaha meyilli bir yönümüz vardır. Bu durum, bizim hikmetini tam olarak idrak edemediğimiz bir imtihan sırrıdır. Ancak bu düşüşler karşısında çaresiz de bırakılmış değiliz. Rabbânî ve nebevî terbiye sisteminde, tevbe ve istiğfâr, yeniden kendimize gelme, arınma ve uyanma aracı olarak lütfedilmiştir. 20. yüzyılın büyük mürşitlerinden Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi’nin (v. 1999) anlattığı şu hatıra, istiğfârın bu sırrına güzel bir örnektir:

“Kayserili bir ahbabımız vardı. Ara sıra görüşür, hasbihal ederdik. Hâl ehli idi. Daimî huzur hâlini devam ettirenlerdendi. Muhabbet ehli, merhamet ehli idi. Uzun müddet görüşmek kâbil olmadı. Üç-beş sene evvel görüştüğümüzde kendisini çok kederli ve üzüntülü buldum. Kendisine sordum:

«–Kardeşim! Üzüntünün, telâşının sebebi nedir?» Cevaben dedi ki:

«–Derdim, dertlerin en büyüğü. Benden merhamet duygusu alındı. Herkese karşı âdeta düşman kesildim. Hatta haklı-haksız aileme zulmediyorum. Görüşlerim çok değişti. Allâh’ın kullarına, mahlûkâtına karşı içimde en ufak bir acıma duygusu kalmadı. Mahvoldum, hâlimin perişanlığını teemmül ediniz. Bir çare-i necat bulunuz».

Kendisine, kişinin, hastalığını bilmesinin büyük bir nimet olduğu söylenildi. Çünkü kusurunu, hatasını bilen, onu gidermeye gayret eder. Şüphesiz ki, kişinin hâlinin değişmesi, bilerek veya bilmeyerek işlemiş olduğu bir günahın neticesidir. Kendisine bilhassa seherlerde büyük bir nedamet içinde, ihlâs ile, can u gönülden, kırık bir kalple ısrarlı olarak “istiğfar”a devam etmesi tavsiye edildi.

Takriben bir yahut bir buçuk sene evvel tekrar görüşmek imkânı hâsıl oldu. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri onu bağışlamış, eski hâlini iâde etmişti.

Kendisine hâlin nasıl diye sorulduğunda:

«−Elhamdülillah, Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Habibi ve sevdikleri has kulları hürmetine eski hâlimi iade etti», dedi. Çok neşeli idi”1.

Hak’tan gaflet etmenin neticesinde oluşan donukluk ve sönüklük, ancak Hakk’ı zikretmekle, O’nu anmakla giderilebilir. Nitekim Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Rabbini zikredenle, zikretmeyenin misali, diri ile ölü gibidir”2 buyurmakla, zikrullahın kişiliğimize verdiği dirilik enerjisine dikkat çekmişlerdir. Yine O, kulluk vazifelerini yerine getirmekte zorlandığından şikâyet eden bir sahabisine reçete olarak:

“Dilin daima Allah’ın zikri ile ıslak olsun”3 tavsiyesinde bulunmuştur.

İnsanın içini daraltan, huzurunu dağıtan şeyler, çoğu zaman insan ve cin şeytanlarının vesveseleri, kendi vehimlerimiz, şüphelerimiz, geçmişe dair hüzünlerimiz ya da geleceğe dair korku ve endişelerimizdir. İşte bütün bu dumanlı havanın dağıtılmasında, en etkili tedâvî yolu olarak Rabbimiz zikrullâha işâret eder ve buyurur ki:

“Dikkat ediniz, kalpler ancak Allah’ın zikri ile istikrar, huzur ve sükûnete kavuşur”.4

Zikrullah, hem kötü ve aşağılık duyguların giderilmesinde, hem de ulvî duyguların ve mânevî neşelerin oluşmasında son derece etkili bir gıdadır.

Alaeddin Attar -kuddise sirruh-: “Zikir bir kazmadır ki, onunla gönüldeki yabancı duygu dikenleri temizlenir” buyurur. Yine nakledilir ki: Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sirruh- Hazretlerine on altı âlim gelmiş ve “bizi irşad et” demişler. Her birini bir odaya yerleştirmiş. Zikir ve ibâdetle bir hafta uğraşmışlar, yanına çağırmış:

«−Kalbinizde ne buldunuz?» diye sormuş.

«−Dünya sevgisi» diye cevap vermişler.

Bir hafta daha devam ettirmiş, yine sormuş:

«−Âhiret sevgisi» diye cevap vermişler.

«−Bunu da atın, yine devam edin» tavsiyesinde bulunmuş.

Bir hafta daha devam etmişler. Yine sormuş:

«−Kalbinizde ne buldunuz?»

«−Enaniyet (benlik sevgisi)» diye cevap vermişler.

«− Varlığınızı da terk ederek devam edin» demiş. Bir hafta sonra:

«−Kalbinizde ne buldunuz» diye sormuş.

«−Allah sevgisinden başka bir şey yok» cevabını vermişler. Cüneyd Hazretleri de:

«−Muradınıza erdiniz. Artık böyle devam ediniz» demiş ve onları yolcu etmiştir.

Zikrullah, kişinin kendisini Hakk’ın terbiyesine teslim etmesidir. Şunu itiraf etmeliyiz ki, kendimizi dönüştürmek o kadar kolay bir mesele değildir. Zira iç ve dış şartların hepsini kontrol etmek, bizim irademizin ve gücümüzün sınırlarını aşan bir husustur. Rüzgâr önündeki bir yaprak gibi savrulan iç dünyamızı/kalbimizi, Hak ve hakikat üzere sebat ettirmek, ancak Allah’a bağlılıkla sağlanabilecektir. İşte îmandan sonra zikrullah nimeti, bu bağlılığı devamlı kılan bir eğitim vasıtasıdır.

“Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim”5 âyeti, zikreden kişinin zikri nispetinde Rabbin nimetlerinden ve hususi terbiyesinden nasip alacağına dikkat çeker. Bu sırrı iyi bilen büyük mürebbi ve mürşidler, terbiye vasıtası olarak zikrullaha, evrâd ü ezkâra büyük bir ehemmiyet vermişlerdir. Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi’nin şu tespitleri, bu hakikatin tecrübe edilmiş bir ifadesi sayılır:

“Evrâdlarını ihlâs ve istikâmet üzere tatbik edenlerde gözle görülür şekilde değişiklikler ve inkişâflar olur:

Kibrin yerini tevazû ve vakar,

İmansızlığın yerini, derin Allah sevgisi, Peygamber sevgisi,

Bâtılın yerini Hak, Hasedçiliğin yerini merhamet,

Cimriliğin yerini sehâvet, Anlayışsızlığın yerini fetânet,

Tembelliğin yerini dirâyet, gayret,

Korkaklığın yerini cesâret,

Kötü görüşün yerini müsâhamalı görüş,

Kabalığın yerini nezâket,

Dağınıklığın yerini tertiplilik ve nezâfet,

Bilgisizliğin yerini edep, irfan,

Aceleciliğin yerini itidâl ve teennî,

İddiacılığın yerini, yerinde uysallık,

Mahlûkat düşmanlığının yerini herkesi hallerine göre sevmek, alır”6.

Netice olarak zikrullah, Hak’la beraberlik şuuru oluşturduğundan, kişilik tohumumuzun yüce ve yüksek bir iklimde ve çevrede yeşermesini gerçekleştirir. İnsan da zaten yaşadığı çevrenin çocuğu ve ürünüdür.


1- Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 145-146.

2- Buhârî, Dea‘vât, 66.

3- Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 188.

4- Ra’d Sûresi, 28.

5- Bakara Sûresi, 152.

6- Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 13. 


Adem Ergül 'ın Yazısı.