Kur’ân hem diriltici bir “rûh”, hem de yol gösterici bir “nûr”dur. Öyle bir nurdur ki, onunla akıllar, doğru düşünme istidadı kazanır; duygular, taşkınlıktan ve sönüklükten korunur; davranışlar, yanlışlardan ve kabalıklardan kurtulur; ilâhî bir vitrin olan kâinât sergisi büyük bir anlam kazanır.

İnsan, nazarla ve kelâmla mayalanır” sözü, terbiyenin en önemli sırlarından birine işâret eder. Biz bu yazıda, son ilâhî kelâm olan Kur’ân-ı Kerim’le buluşmanın ihyâ ve inşa edici yönüne dikkat çekeceğiz.

Her bir varlığın oluşumu, bir sözle başlar. Bu söz, Rabbimizin olmasını dilediği bir şeyle ilgili “Kün/ol” sözüdür. Başlangıcımız bir sözle olduğu gibi, çoğu zaman inkişâfımız, terbiye ve terakkimiz de sözlerle gerçekleşir. Yine aynı şekilde, sözün kaynağına ve muhtevasına bağlı olarak, yine çoğu zaman düşüşler, kayboluşlar ve sapmaların temelinde de sözler vardır. Öyleyse buluştuğumuz her bir söz, kişiliğimizi ihyâ ya da imhâya yönelik bir yapı taşı gibidir.

Rabbimizin isteği ve rızâsı yönünde şahsiyetimizin teşekkülü bizim için önemli bir hedef ise, o zaman bizi bu hedefe eriştirecek en önemli vesilelerden biri, O’nun sözü ile buluşmaktır. Zira her bir âyet, nefha–i ilâhîden bir cüzdür ki, onunla nice ölü insaniyet hücreleri dirilir. Yaratılış çamurumuza üflenen/nefha ruh, nasıl bir dirilişe vesile oldu ise, aynen bunun gibi her bir kelâm-ı ilâhî de hakikatimize can katan bir ruhtur. Nitekim Kur’ân vahyine “ruh” ismi de verilmiştir:

“İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (diriltici bir söz) vahyettik. (Ey Habibim!) Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz o Kur’ân’ı, öyle bir nûr kıldık ki, O’nun vasıtasıyla dilediğimiz nice kullarımıza hidâyetler lütfediyoruz.” (Şûrâ Sûresi, 52)

Evet, Kur’ân hem diriltici bir “rûh”, hem de yol gösterici bir “nûr”dur. Öyle bir nurdur ki, onunla akıllar, doğru düşünme istidadı kazanır; duygular, taşkınlıktan ve sönüklükten korunur; davranışlar, yanlışlardan ve kabalıklardan kurtulur; ilâhî bir vitrin olan kâinât sergisi büyük bir anlam kazanır. Hülâsa karanlığın endişe, korku ve körlüğü gider, yerine aydınlığın sükûnet, huzur, neşe ve basireti gelir. Kur’anla buluşmanın sayısız katmanları vardır. Her bir kul, kendi isteği, istidadı, gayreti ve nasibi kadar buluşabilir. Bu katmanların hepsini tespit etmek bizim için zor ise de genel bir tasnifle şu üç seviyeden bahsetmek mümkündür:

Birinci seviye: Kur’ân-ı Kerim’i düzenli bir şekilde okumak. Yani Kur’an kıraatini vird edinmek. Kelâm-ı ilâhînin lafızları da mânâsı gibi ilâhî olduğundan, onun lafzını kıraat etmek de manevî kişiliğimizin inşâsında çok önemli bir yapıtaşıdır. İlk inen vahyin “oku” emriyle gelmesinde de bu sırra işâret vardır. Şu âyetler de Kur’an kıraatinin lüzûmunu ifâde eder:

“…Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil Sûresi, 20).

“…Şüphesiz, Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden, gizlice ve açıktan Allah yolunda harcayanlar, asla zarar etmeyecek bir ticaret umabilirler.” (Fâtır Sûresi, 29)

İlâhî âyetler okundukça îmâna îmân katar, onu güçlendirdikçe güçlendirir.

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl Sûresi, 2)

Peygamberimiz ve ashâbının Kur’an kıraatine verdikleri önem pek büyüktür. Onların her biri, Kur’an okumayı devamlı bir vird hâline getirmişlerdir. Öyle ki, ayda bir hatim yapanların yanında, onbeş günde bir ya da haftada bir Kur’ân-ı baştan sona okuyanlar çok olmuştur. Hatta daha kısa sürede hatim yapma arzusunda bulunanlar olmuş ve fakat Allah Resûlü böyle bir okumaya izin vermemiştir. Sahabe arasında Kur’an aşığı diyeceğimiz niceleri vardır. Daha sonraki asırlarda da İslâm büyükleri Kur’an kıraatini hiçbir zaman ihmâl etmemişlerdir. Hatta şahsiyet terbiye okulu diyebileceğimiz tasavvufta Kur’an kıraati, vird olarak sâlikler tarafından okunagelmiştir. Zira ilâhî kelâmın göze, kulağa, dile ve kalbe Rabbânî bir nûr ve feyz vereceği muhakkaktır.

İkinci Seviye: Kur’ân-ı Kerim’in mânâlarını anlamak, idrâk etmek, tefekkür ve tedebbür etmektir. İlâhî kelâmın esas indiriliş maksadı da budur. Mânâların kula açılmasında iki anahtar söz konusudur. Birincisi, Kur’ânın dilini, indirildiği lisanı anlamak. İkincisi ise kalplerin inkâr, şirk ve gaflet gibi manevî kirlerden ve perdelerden arınmış olmasıdır. Hatta denilebilir ki, Kur’ân’ın anlaşılması ile temizlik arasında doğrudan bir ilişki vardır. Nitekim buyrulmuştur ki:

“O korunmuş bir kitapta çok şerefli bir Kur’an’dır. Ona ancak tertemiz olanlar yaklaşabilir ve dokunabilir.” (Vâkıa Sûresi, 78-79)

“Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kâlplerin üzerinde kilitleri mi var?” (Muhammed Sûresi, 24)

Kur’ân-ı Kerîm’in doğru anlaşılması, hayatı doğru bir şekilde anlamanın ve her şeye karşı doğru bir bakış açış kazanmanın en önemli vasıtasıdır. Hakikatle doğrudan buluşmaktır. Şahsiyetin Allah’ın istediği kıvamda gelişip büyümesinin en önemli temelidir. İlâhî bilgiden nasipdâr olmaktır. Görünenin ötesinden bile haberdâr olarak, ufkun genişlemesi ve derinleşmesidir.

Üçüncü seviye ise Kur’ân’ın mesajları ile bütünleşmektir. Diğer bir ifadeyle bilginin irfâna ve hâle dönüşmesidir. Canlı Kur’an olabilmektir. Diğer bir ifadeyle tam bir manevî dirilişe erişmektir. Kur’an-ı Kerim’in insanlık için vaad ettiği güzelliklere ve aydınlığa ancak bu seviye ile erişilebilir.

Sayılan bu üç temel seviyenin kendi içerisinde çok sayıda derecesinden bahsetmek de mümkündür. İnsan hangi seviyede Kur’an’la ülfet oluşturursa oluştursun, onun bir ileri adımının varlığını hiçbir zaman unutmamalı ve hiçbir noktada kalmamalıdır. Kur’an’dan uzak kalmak, bir yönüyle ilâhî rahmetten mahrumiyet alâmeti iken, diğer bir yönüyle de kirlilik sebebiyle onunla buluşmaya kabul edilmemektir.

Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Kur’an ve insan ilişkisini ve sonuçlarını ifade eden şu hadis-i şerifleri ile yazımızı noktalayalım:

“Kur’ân okuyan mü’min, turunç meyvesi gibidir; onun kokusu da hoştur, tadı da. Kur’ân okumayan mü’min, hurma gibidir; kokusu yoktur, fakat tadı hoştur. Kur’ân okuyan münâfık, reyhâna benzer; kokusu hoş, lâkin tadı acıdır. Kur’ân okumayan münâfık, Ebû Cehil karpuzuna benzer; kokusu olmadığı gibi, tadı da acıdır.” (Buhârî, Et’ime 30; Fedâilu’l-Kur’ân 17, 36; Müslim, Müsâfirîn 243)


Adem Ergül 'ın Yazısı.