Sabrın Şükrü, Şükrün Sabrı
Sabır ya da şükür, kime ne düşmüşse onu yerine getirmek imtihanın en zor kısmıdır. Kendisine sabır düşenler, hayatlarının tümünü kapsayan, dolayısı ile tek konuya düşmüş bir soru ile yüzleştikleri için sevinebilirler. Kendilerine şükür düşenler ise, nereden nasıl çıkacağını bilemedikleri sonsuz sorular yumağı içinden hangisi ile yüzleşeceklerini bilemedikleri için üzülebilirler. İlki sabrın şükrüdür, ikincisi ise şükrün sabrıdır.
Sara hastası siyahî bir kadın vardı. Arada rahatsızlanır, ne yaptığını bilemez duruma düşerdi. Kendisine geldiğinde çok zaman üstünün başını açılmış olduğunu görür, bundan da büyük rahatsızlık duyardı. Bir gün En Güzel İnsan Peygamberimiz Efendimiz’e geldi ve şu istekte bulundu: “Sara hastasıyım. Hastalığım geldiğinde üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua eder misiniz?” Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi: “İstersen sabreder cennetlik olursun, istersen afiyetin için dua ederim, iyi olursun.” Kadın cennetlik olmayı istedi, sabredeceğine dair teminat verdi ve ekledi: “O halde saram tuttuğunda üstümün başının açılmaması için dua etseniz?” Peygamber Efendimiz ona, hastalığı nüksettiğinde üstünün açılmaması için dua etti. Sonraları En Güzel İnsan’la beraber olanlar birbirlerine zaman zaman “Cennet ehlinden birisini görmek ister misin?” diye bu siyahî kadını işaret ederlerdi.
Asrı Saadet, insanlığın gördüğü ve göreceği en kutlu zamandır. Âlemlere rahmet o En Güzel İnsan bu devirde yaşamış, onunla beraber olanlar da daha yaşarken Allah’ın rızasına bu devirde mazhar olmuşlardır. Bu devirden bize intikal eden her hadise bir kutup yıldızıdır. Ona bakar, yolumuzu, yönümüzü ışığıyla buluruz. Kalıcı hastalığı dolayısıyla engelli diyebileceğimiz siyahî kadınla ilgili bu hadise engelli engelsiz her akıl sahibinin düşünmesi gereken ibretlerle doludur ve bu anlamda yolumuzu, yönümüzü tayin edeceğimiz bir kutup yıldızı mahiyetindedir:
1. İsteklerimizin meşruiyeti ve makbuliyeti kendi kısır, dar ve sığ ölçülerimizle değil, O’nun hayatımıza biçtiği sınırlar ve ölçülerle mukayyettir. Engelli iken engelsiz olmayı istemek anormal bir şey olmayabilir. Ama O’nun bize verdiğinin ya da vermediğinin esas/asıl/normal olduğunu idrak edersek, halimize razı olmanın imtihanımızın bizatihi kendisi olduğunu da anlayabiliriz. Razı olan kurtulur. Örneğimizdeki siyahî kadın da haline razıdır. Buna rağmen iyileşmek istemesi, kendisine verileni kendisine layık görmemekten değil, kendisini kaybettiği anlarda tesettürüne riayet edememe endişesinden kaynaklanmıştı. O istediğini, kendi açısından gördüğü “iyilik” için değil, O’nun bize biçtiği “iyilik” zarar görmesin diye istiyordu.
2. İsteyerek elde edeceğimizi umduğumuz, mahrum kalarak bulduğumuzdan daha hayırlı olmayabilir. Velev ki bu istek, siyahî kadının örneğinde olduğu gibi tesettüre riayet etmek gibi hayırlı bir gerekçe bile olsa… İstediğimiz, olsun dediğimiz, sahip olsam benim için hayır olur diye düşündüğümüz, gelip de bizi bulduğunda bilmediğimiz, vakıf olmadığımız, fark edemediğimiz bir hayra mani olabilir. O yüzden O bilir, biz bilemeyiz. Bize düşen şüphesiz hep hayır istemektir, ama mahza hayır ve külli hayır… Hayrın adını koyup, sınırını çizdiğimizde, belki daha büyük bir hayrın üstünü çizmiş oluruz. O bilir, biz bilemeyiz.
3. İsteklerimizin her zaman gösterdiği bir pusula vardır. Bu pusula, Hakk ve hakikatin pusulasının gösterdiği ile ne kadar örtüşürse, sâhil-i selamete varma ihtimalimiz o kadar yükselir. Ne istediğimiz çok önemlidir, çünkü bizi ancak isteklerimiz tarif eder. “Ne istersen osun sen” diyen gönül insanı da tam bu mânâya işaret etmiştir. Siyahî kadının isteği tesettürünü muhafazadır. Bu isteği en başta da aynı değil miydi? En başta da bunu istiyordu, ancak bunu, istediğine nasıl kavuşacağını tarif ederek yapıyordu. Tesettürünü muhafaza etme isteğini, iyileşmek gibi bir neticeye bağlamıştı. İyileşmek onun için takdir edilen değildi ki Allah Rasulü buna, sabrederse cennete kavuşacağına dair müjde ile işarette bulunmuştu. Ama iyileşme şartı olmaksızın yaptığı bu talep gayet meşru ve hayırlı bir talepti ki Allah Rasulü bunu, açıp ellerini dua ederek Rabbinden istemişti.
Kader sırrı kadar kelimesinde saklıdır. Bize verilenlerin miktarı ile imtihanımızın “ne” liği ve “nasıl”lığı arasında bir irtibat vardır. Kime ne verilmişse soru oradan çıkar. Kimseye verilmeyenden sorulmaz. Neyin verilip neyin verilmeyeceği de O’na sorulmaz. O neyi, niye verdiğini en iyi bilendir. Neyi niye vermediğini de…
Engelli siyahî kadın adını koyarak, tarif ederek ulaşmak istediği bir hayırla değil, daha büyük ve fakat künhüne vakıf olamadığı bir hayırla müjdelendi. Muhtemelen bu müjde, daha hayırlısı gösterilerek verilmeyen iyileşmek isteğinin son tahlilde tesettürü muhafaza gibi bir yüce talebe bağlanmasından kaynaklandı. Onun pusulası, Hakk ve hakikatin pusulası ile aynı yönü göstermiş, sadece oraya nasıl varılacağına dair usulde bir düzeltmeye maruz kalmıştı. O düzeltme aslında sabır ile şükür arasında bir tercih söz konusu olduğunda Peygamber firaseti ile sabır tavrının işaret edilmesidir.
Hayat sabır tavrı ile şükür tavrı arasında salınıp duran bir sarkaçtır. Bir oraya bir buraya gider geliriz. Acaba hangisi zordur? Görüşler değişebilir, ancak verilene şükür, verilmeyene sabırla kıyaslandığında daha zor olabilir. Mesela, gözleri olmayan bir insandan beklenen tavır sabırdır; çünkü gözleri yoktur, yapacağı fazla bir şey de bulunmamaktadır. Âmâ olmak, onun hayatının merkezine oturmuş, bu engel onun dünyaya ilişkin duruşunu belirleyen temel unsur olmuştur. O artık bir engellidir. İmtihanın adı konmuştur. Soru da cevap da açık ve nettir. Kendisinden beklenen sabırdır. Sabreder, haline rıza gösterir ve kulluğunu bilirse, muhtemelen büyük çoğunluğa verilmeyen bir nimetten mahrumiyet onu alıp sahil-i selamete ulaştıracaktır. Ancak iki gözü yerinde bir insan için durum nasıldır acaba?
Kendisine sabır değil de şükür düşmüş bir insanın, gözlerinin görüyor oluşu çok zaman hayatının merkezine oturmuş bir his olmayabilir. Şükredecek bu kadar çok şey arasında iki gözün sağlam olmasının şükrü çok zaman akla bile gelmeyebilir. Âmâ bir insanın hayatının merkezindeki sabır tavrına karşılık, hayatın merkezine oturmamış bir şükür tavrı ne kadar tercih edilebilir bir şeydir, bunu düşünmek gerekir. Sözün özü, engelli olup sabretmesi gerektiğini bilen, engelsiz olup şükretmesi gerektiğinin farkına varmayandan şüphesiz daha hayırlıdır. O zaman engelli olmak hayır mıdır?
Kader sırrı kadar kelimesinde saklıdır. Bize verilenlerin miktarı ile imtihanımızın “ne”liği ve “nasıl”lığı arasında bir irtibat vardır. Kime ne verilmişse soru oradan çıkar. Kimseye, verilmeyenden sorulmaz. Neyin verilip neyin verilmeyeceği de O’na sorulmaz. O neyi, niye verdiğini en iyi bilendir. Neyi niye vermediğini de… Bize düşen miktara, dolayısıyla kadere rızadır. Kim kendisine verilen ya da verilmeyen, buna rıza gösterirse o kazanan olacaktır.
Sabır ya da şükür, kime ne düşmüşse onu yerine getirmek imtihanın en zor kısmıdır. Kendisine sabır düşenler, hayatlarının tümünü kapsayan, dolayısı ile tek konuya düşmüş bir soru ile yüzleştikleri için sevinebilirler. Kendilerine şükür düşenler ise, nereden nasıl çıkacağını bilemedikleri sonsuz sorular yumağı içinden hangisi ile yüzleşeceklerini bilemedikleri için üzülebilirler. İlki sabrın şükrüdür, ikincisi ise şükrün sabrıdır. Verilmeyene sabırla işimiz kolaylaşıyorsa sabır hissi ile baş başa kaldığımıza şükredebiliriz. Verilenlerin hangisine ve ne sıklıkta şükredeceğimizi bilememekle işimiz zorlaşıyorsa bize şükürde azmetmek konusunda sabretmek düşer.
Hangisi zordur? Elinde olana ya da olmayana bakarak, herkes kendisi karar verecek.
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.