Kendi Kendini Yetiştirmeyi Bırak, Bir Üstada Bende Olmaya Bak
Bir geleneğin temsilcisi olmanın sırrı biraz da burada saklıdır. Bir insan yetiştirilirken sadece o işin bilgisi öğretilmez; bilginin yanında haddini bilmek, benliği öne çıkarmamak, her şeyi bilir havasına kapılmamak gibi işin ahlakı, nezaketi, zarafeti de talim edilir. Böylece bir mesleğe girmiş olan aday, bu süreci tamamladığı zaman, onu sadece kazanç elde edilecek bir iş olarak değil, bir yandan toplum yararına sunulması, diğer yandan da gelecek nesillere ulaştırılması gereken bir emanet olarak görür.
Bizim kültürümüzde bir geleneğin temsilcisi olmak önemlidir. Zira bu kültürün en ayırıcı özelliklerinden biri sürekliliğidir. Hemen her alanda rastlayabileceğimiz bu süreklilik fikrinin temelini ilmin, maneviyatın, edebiyat ve sanatın ehil eller tarafından nesilden nesile aktarılması oluşturur. Bütün bu alanlar bizde bir emanet olarak görülür ve emanetin kâbiliyetli ve istidatlı kimselere verilmesi esastır. Bu sebeple büyük âlimler, mutasavvıflar, hafızlar, hattatlar, musikişinaslar hep bir üstadın önüne diz çökmüşler, onlardan el almışlar ve bunu da bir iftihar vesilesi saymışlardır.
Bu yolun en güzel özelliklerinden biri insanları benlik duygusundan uzaklaştırmaktır. Bu yolda bir insan, ne kadar büyük âlim, mutasavvıf, sanat erbabı olursa olsun kendini bir mezhebe bir tarikata bir meşrebe ait görür ve kendini öyle tanımlar. İlim irfan tarihimizin biraz derinliklerine indiğimizde bütün büyük insanların bu adaba riayet ettiklerini görürüz.
Dört büyük mezhep imamından sonra yaşayan bütün âlimler kendilerini bir biçimde onların mezhebine ait hissetmişler, içtihatlarını onların koyduğu çerçevede vermişlerdir. Mesela İmam Maturidî kendisi büyük bir imam olmasına rağmen itikadî görüşlerinde Ebu Hanife’ye, İmam Eş’arî Ahmed b. Hanbel’e, İmam Gazzâlî kelâmî görüşlerinde Eş’arî’ye, fıkhî görüşlerinde İmam Şafiî’ye tabi olmuştur.
Bu maneviyat erbabı için de geçerlidir. Meselâ Bâyezid Bistâmî, Hâris el-Muhâsibî, Cüneyd Bağdâdî, Abdulkâdir Geylânî gibi veliler, daha sonraki bütün sufilerin dayanağı olmuşlardır. Onlardan bugüne manevî bir silsile hep olagelmiş, onların benimsediği manevi terbiye esasları günümüze kesintisiz ulaşmıştır.
Aynı durum sanat ve zanaat erbabı için de geçerlidir. Sözgelimi Klasik Türk Musikisinin son dönem ustalarından Aleaddin Yavaşça, kendisinin bu mesleğin son temsilcilerinden olduğunu ve bu sanatı Saadeddin Kaynak, Zeki Arif gibi ustalardan öğrendiğini ifade eder. Ayrıca üniversiteden hocası olan İbnülemin Mahmud Kemal’den de üniversitede ders, ayrı bir üniversite olan evinde ise ahlak, edep ve erkân talim edildiğini söyler.
Bir geleneğin temsilcisi olmanın sırrı biraz da burada saklıdır. Bir insan yetiştirilirken sadece o işin bilgisi öğretilmez; bilginin yanında haddini bilmek, benliği öne çıkarmamak, her şeyi bilir havasına kapılmamak gibi işin ahlakı, nezaketi, zarafeti de talim edilir. Böylece bir mesleğe girmiş olan aday, bu süreci tamamladığı zaman, onu sadece kazanç elde edilecek bir iş olarak değil, bir yandan toplum yararına sunulması, diğer yandan da gelecek nesillere ulaştırılması gereken bir emanet olarak görür.
Mesela zamanımızın önemli kurra hafızlarından Abdurrahman Gürses Hocaefendi Kur’an tilavetinin son üstatlarından biriydi. O da emaneti Gönenli Mehmed Efendi’den almıştı. Hocaefendi yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Diyanet’in Haseki Eğitim Merkezi’nden kendisine gelen ders verme talebini hiç tereddütsüz kabul etmiş, gidiş geliş masraflarını bile bizzat kendisi karşılamıştı. Buradaki tek gayesi kendisine verilen bu emaneti aldığı gibi ehil insanlara ulaştırmaktı.
Ne var ki biz, modernleşme süreciyle birlikte kendi geleneklerimizden neredeyse bütünüyle koparılmaya çalışıldığımız için bu gelenek de bu süreçte ciddi yara aldı. Sadece bilginin yüklendiği ve fakat edep ve erkânın öğretilmediği nesiller, kuru, zevksiz, derinliksiz, kazanç amacıyla icra edilen işler kotarma yolunu tuttular. Bu işlerden de ne kendileri ne de başkaları bir hayır ve bereket görebildiler. Bu maalesef sanat adı altında yapılan işlerde böyle olduğu gibi ilim irfan alanında da böyle oldu.
Gerçek şu ki hangi iş olursa olsun, bir insan kendi kendine yıllarca kat edemeyeceği bir yolu, bir üstada bende olmakla kısa sürede kat edebilir, daha verimli sonuçlara ulaşabilir.
Sözgelimi modernleşme sürecinde ilahiyat fakültelerinde taklide karşı büyük bir savaş açılmış, eskilerin mezhep ve görüşlerine, yol ve yöntemlerine güya körü körüne bağlanmanın bize hiçbir kazanç sağlamayacağı işlenmiş durmuştur. Özellikle “onlar da insan biz de insanız” mantığı hâkim kılınmaya çalışılmış, “sen de Kur’an’dan hüküm çıkarabilirsin, sen de içtihat yapabilirsin” gibi söylemlerle henüz doğru düzgün bir Arapça metni bile anlamaktan yoksun öğrenciler bu tür ciddi işlere yönlendirilmiştir. Elbette bugünün ihtiyaçlarına göre fetvalar verilecek, insanların problemleri çözüme kavuşturulacak; ancak önce bunun için gerekli olan ilmî bir alt yapı olacak, geleneksel içtihat ve anlama yöntemleri bütünüyle hazmedilecek. Kanaatimizce bu tür cüretkâr tavırlar gelenekten kopuşun getirdiği kafa karışıklıklarından başka türlü izah edilemez. Cumhuriyetin ilk yıllarında âlimleri idam, sürgün, toplumdan tecrit etmek gibi yollarla saf dışı bırakan zihniyet tam da bunu hedeflememiş miydi?
Bu dönemde en çok dilimize doladığımız deyimlerden biri, henüz sözlüklerimizde bile yer almayan kendi kendini yetiştirmek deyimi. Yaslanacağı bir geleneği olmayanların yapabileceği en iyi iş, bilginin merkezine kendilerini koymaktan, kitapların, sayfaların, fikirlerin arasında bocalayıp zikzaklar çizmekten başka ne olabilir ki?
Maalesef bu hastalık da bize Batı’dan bulaşmıştır. Aydınlanma düşüncesiyle birlikte Hıristiyanlığa ve kiliseye duyulan tepki, insanlara yön veren değerler ve bilgilerin din/din adamı gibi bir üst makamdan değil, bizzat insandan, insan aklından alınması gerektiği düşüncesini getirdi. Bu süreçte eskinin mümin halkının ilahi eğitimi, artık akıl sahibi tüm insanların kendilerini eğitmelerine (Selbstbildung) dönüşmüştür. İçinde bulunduğu şartlar nasıl etki ediyor olursa olsun, herkes kendini yetiştirmeli; insanlar özgür, bağımsız, eşsiz bireyler olarak var olmalıydılar.
Arka planı iyice kavranmadan bize intikal eden ve çokça kullandığımız bu deyim, bizim değerlerimizle uyuşmuyor kanaatindeyim. Evet, bugün için kendini yetiştirmiş insan olmak toplum nazarında oldukça makbul. Ancak kendi kendini yetiştirmiş bir insanla, bir üstadın usulünü, birikimini tecrübesini tevarüs etmiş bir insan kesinlikle birbirine denk olamaz.
Gerçek şu ki hangi iş olursa olsun, bir insan kendi kendine yıllarca kat edemeyeceği bir yolu, bir üstada bende olmakla kısa sürede kat edebilir, daha verimli sonuçlara ulaşabilir. Eskiler muhatapları özellikle ilim irfan sahibi bir insansa “bendeniz” diye hitap ederlerdi. -Tabii kelimenin bizim çocukken “Bendeniz Erkan Yolaç!” takdiminden anladığımız gibi benle denizle alakası yoktur- Kelime köleniz, hizmetkârınız anlamına gelir ki, insan kendini karşıdakine bağlamakla benlik duygusunun bütünüyle önüne geçmiş olur.
Evet, şairimiz Ahmet Soyyiğit’in dediği gibi insan dosta, ehil bir üstada gidip bende olursa, dost olur, üstad olur. Ancak kerameti kendinden bilip kendi kendine bir şeyler başarma sevdasına kapılırsa, çoğu zaman nefsine uyar, hırslarına yenik düşer ve kahrolur gider. Dosta varan gül bahçesinde gül olur, çevresi için verimli olur; ancak dosttan, üstattan uzak olan, gonca gülü yakan ateş, kendi gelenek ve değerlerine aykırı olur. Unutmayalım ki geleneği olmayanın geleceği olmaz.
Mesut Kaya'ın Yazısı.